Giriş yap! Hesap oluştur!
Nedir?
Ara
Şifreni mi unuttun?
110 Çoruh un Kalbi Dağları dolduran kır çiçekleri, Sev - Sözümoki
01 Eylül 2020, Salı 07:32 · 721 Okunma

110



Çoruh 'un Kalbi
Dağları dolduran kır çiçekleri,
Sevda nişanesi oluyordu bakarken,
Derken karlar yağıyor dağın eteğine,
Lapa lapa hiç bitmeyecek gibi...
Hikayeleri ümitleri hayatları örtüyor,
Bir tek sevda duruyor yerli yerinde,
Adına başka başka isimler gelse de,
Yürek bir onunla ferahlıyor.
Kır çiçeğinin güzelliği vurmuş yüzüne...
Güneş hem de yakıcı bir güneş,
Ele avuca sığmayan bir ateşte,
Karanlığın ufkunda kayboluyor...
Günler eriyor karlar erimeden,
Söylenmemiş bir söz oluyor...
Hasret dolu bir ilkbahar akşamı,
Yollarımı sevdalı bakışın kesiyor.
Tipi gibi boran gibi ölüm gibi...
Yaza hasret şimdi,
senden ayrı günlerim.
Bir aksam soba başında,
Çıtırdayan odun parçası,
Yorgun dumanını atınca,
Bir alev kaplıyor...
Yüreğimi senden geriye...
İlk karlar eridi ve sele karşıtı,
Yas türkülerini yutan mevsimlerde...
Zühre'nin adını aklımdan hiç çıkarmadım...
Sevdasını ise karlar yağanda,
Dolunay gecesinde heceledim bir bir...
Taşköprü şahittir olan bitene,
Bir at ay ışığında olan bitenden habersiz,
Torbasında yemliyor deminden beri,
Bazen kulakları dikine dinliyor geceyi,
Taşköprü, dolunay, at, iğde ve ben
Gönlümün Zühre'sine kavuşmayı bekliyor...
Gece on ikiye ulaşınca Zühre'ye, pencere camında dolunayı izliyor.
Ben ise onun güzelliği...
Derken beni görüp sessizce aşağı iniyor
Bir beni bir de şu iğde ağacı altında atı görüyor şaşırmış gibi.
"Zühre kaçırıyorum seni bu gece" diyorum
Sevinir gibi yapıyor Zühre,
Gökteki yıldızlar aramızda parlıyor...
Gece gece ortalığı bir ışık huzmesi sarıyor.
Zühre ve ben gecenin büyüsüne kapılıyoruz...
Ebubekir Kuri -Zührename'ye Ağıtlar
 
İlkbaharın insana yeniden hayat veren  atmosferi köy enstitünün bulunduğu alana uzun zamandır uğramıyordu. Gelen bilgileri göz önüne alındığında diğer enstitüler de farklı görünmüyordu...Sanki çiçeklerin  bir başka açarak gönülleri şenlendirdiği, yağmurların bir mutluluk kaynağı olduğu, masmavi göğün bağrında uzaklara ucan kuşların tarifsiz mutluluğunu arıyor gözlerim... Dünya kurulduğundan beri herkes ilkbaharı, çiçekleriyle tanıyor. Öyle biliyor... İlkbahar bir çiçekten çok daha fazlasını barındırıyor içinde... Bu topraklar çok ilkbaharlar gördü, Bu aziz vatan ne güzleri ardında bıraktı... Nice sıcak geçen yazları geldi geçti buralardan.
Kadim Anadolu coğrafyasında çiçeklerin en az açtığı mevsime denk geldiğimize iyiden iyiye inanmaya başladık...
Enstitüye gittiğimde eskiden yapılan görkemli mezuniyetlerin yapılmayacağı müdür tarafından ilan edilmişti... Şu anki ruh halim Zühre'ye kavuşacak olmayı anımsatıyordu...
Enstitü  Müdürü Ferhan bey, enstitü bahçesinde hazır ol da  bekleyen  öğretmenlerimiz ve  biz öğrencilere fazlasıyla ruhsuz ve yavan bir konuşma yaptı... Müdürün  yüzündeki gerginlik güneşin kavurucu sıcağı ile daha da artıyordu.
Amfi tiyatro da müsamere ve oyunları da yasaklamışlardı  önceleri... Oysa enstitünün ilk zamanlarında Shakespeare den Kral Lear, Othelo, Macbet ve diğer oyunları izlediğimiz günler çok uzak değildi...
Köy enstitülerine kayıt yaparken ışıl ışıl yanan gözlerimiz şimdi öğretmen olarak tüm yurt sathında
özveriyle mücadele edeceğimiz yeni bir yola bakıyordu... Anadolu'nun her yanında açan bin bir renkli çiçeklere yepyeni bir yaşamın kapılarını açacak olanlar bizlerdik. Kimi zaman kuş uçmaz kervan geçmez bir dağ köyünde kimi zaman ise uçsuz bucaksız bir bozkırın orta yerinde eğitim ateşini yakacaktık...
Kendi yaptığımız ahşap bavulumuzun içine doldurduğumuz bitmeyen ümitlerimiz ve heyecanlarımızla göreve başlamaya hazırdık... Zühre'nin de enstitüden mezun olmasını ne çok isterdim. Enstitülerin kız öğrencilerine mezun olduklarına birer adet dikiş makinası hediye ediliyordu...Keşke Zühre de onların içinde olabilseydi... Ama ne yazık ki bu gerçekleşmedi...
Son zamanlarda enstitülerde okuyan kız öğrencilere türlü iftiralar atılıyordu.. Kimisine  erkeklerle yakın ilişkiler yaşadığı hatta daha ileri gittikleri gibi son derece çirkin dedikodular yapılmaktaydı...
İmamemdin dayı yardım isteğimi geri çevirmişti...Günlerce düşündükten aklındaki planımı uygulamaya koydum. Önce Zühre'yi düğün gecesi Harun'un dayısından aldığım at ile  kaçıracaktım sonra da Erzurum'a gidiyor zannetsinler diye birkaç iz bırakacaktım. Zühre ile ben ise Hopa'ya yani vaktiyle dedemin balıkçılık yaptığı kaptanın evine doğru uzun bir yolculuğa.  çıkacaktık...Temel reis dedemi çok severdi. Beni de ilk kez Nazenin düğününde görmüştü ve dedemle beni evine davet etmişti... Demek kısmet bugüneymiş. "Ne vakit başın sıkışırsa  her daim kapımız açıktır sana evlat demişti... "
Enstitüde diplomalarımız çoktan hazırlanıp bizlere verilmişti...Dönüp son kez enstitü ye bir baktım. Harun ve Kemal ve Ziver ile Kemal Alemoğlu az ileride beni bekliyorlardı...Enstitüye ilk girdiğim günü hatırlıyorum da herhalde buradan bu kadar sönük  ayrılacağımızı tahmin etmiyordum...
Acı tatlı çok anım vardı bu okulda... Ziver'in
-Hayde Tahir tren kalkmak üzere dediğini işittim ve yürümeye başladım...Arkadaşlarım bir sona doğru yürüdüğünü bilmeden kendi aralarında şakalaşıp sohbet ediyorlardı... Şimdi çok ama çok zorlu bir yola giriyordum... Tren Erzurum'da soluklanmak için durduğu vakit bizlerde garda indik ve Çoruh'un bağrına doğru gitmeye başladık...At sırtında uzun ama ince yollardan geçtik, İmamemdin dayımın evine yakın bir yerde gece olduğu vakit mola verdik... Zifiri karanlık gecenin tek aydınlığı binlerce yıldızdı. Azığımızı çıkarıp bir şeyler yedikten sonra yola çıkacaktık...Binlerce yıldızın göz alıcı parlaklığı içinde bir ses işittik. Tanıdık birinin sesi gibi geldi. Ses biraz daha yakından gelmeye başlayınca önce sevimli bir dananın bizlere gelmekte olduğunu ardından ayak sesleri ile Çeşmigül karanlıktan çıkıverdi... Dana dans eder gibi etrafımızda dönüyor ve mutluluktan bir yerinde durmayıp zıplıyordu... Çeşmigül, danayı görünce sevinmiş olacak ki bize iyi aksamlar deyip teşekkür etti. İyi aksamlar dediğimizde nasıl olduysa benim sesimi seçti ve Tahir sen miydin? dedi ve evine misafir etmek istedi. Biz de teşekkür edip yola devam etmeye karar verdik. "Babana selam söyle" dediğim anda bana özlemle sarıldı birkaç Çeşmigül... Ne diyeceğimi bilmeden yola revan olduğumuzda arkadaşlar yol boyunca susuşumda bir tuhaflık sezmemişlerdi. Oysa o an benim içinde fırtınalar kopuyordu. Hani Karadeniz'in hiç dinmeyen fırtınaları olur ya, gören gözleri dehşete düşüren iste benim ruh halinde aynen öyleydi.
Köye vardığımızda tas köprüden gelip geçenlerin yoğunluğu ilk göze çarpan olaydı. Dedemin evine gittiğimde arka bahçenin çiçeklerinin  büyük bölümü solduğunu gördüm... Rahmetli nenemle  bindir zorlukla büyüttüğünüz bu çiçekleri bu şekilde görmek istemezdim... Aslında bu çiçeklerin görüntüsü birkaç gün içinde olacakların özeti gibiydi...
Ertesi gün kına gecesi ve ardından ise düğün yapılacaktı. Elimde sadece kırk sekiz saat vardı... Taş köprüden geçip Zühre'nin evine doğru yürürken Zühre'nin dedesi görünüverdi gözüme... Acıyan gözlerle bana bakıyordu. Belki de benim su anki çaresizliğini görmüştü ve selam bile vermeden yoluna devam etmişti...
Dolunay tas köprünün ortasında belirince  saat on iki demektir... Bu vakitler köyde el ayak çekilir ve köy derin bir yalnızlığın orta yerine dönerdi... Kahve bile kapanalı bir saat olmuştu... Şu anda etrafta duyulan tek ses bir kaç huysuz köpeğin belli belirsiz havlaması ve Çoruh'un geceye söylediği türküydü... Bir sonraki gün kına gecesi olduğunda zamanın iyice yaklaştığını anladım... Hatun ablanın yardımlarıyla  Zühre'ye burada olduğumu haber veren bir not ulaştırdım... Çok riskli bir durum olduğunu iyiden iyiye anladım... Ama Zühre için zaten  ölümü göze almamış mıydım?...
Düğünden önceki gece yarısından sonra Zühre ile söğüt ağacının altında buluştuk. Bu yaptığımız ölüme meydan okumadan farksızdı... Aylar sonra Zühre'yi ilk kez bu yaz gecesi gördüm... Seni düğünden önceki gece kaçıracağım "Zühre'm! Çoruh'un kandil çiçeğim" dediğimde içten içe ağlamaya başladı... Gözyaşlarını dolunayın ışığında sildiğim mendilim cebimde büyük bir emanet gibi duracaktı... Evet anlamında başını salladı... Planımı anlattım... Yakalandığımızda basımıza gelecekleri biliyorduk... Öldürülmek hem de sevda için...Sevdamız yalçın dağlara, Çoruh'un nazlı akışına ve dilden dile anlatılan bir destan oluverecekti belki de...
Düğün gecesi jandarma komutanı bir   ihbar üzerine köydeki herkesin evini aramaya başladı... Bir de suçlu olduğunu ve yıllardan beri arandığını söyledi... Suçlunun adını açıkladığında herkes gibi ben de dondum kaldım.. Bu kişi Zühre'nin dedesi Sefer Mehmet dedeydi... Gençken bazı evlere girer ve zorla yiyecek ve para topladığı olurdu... Yine böyle günler de Morkaya'da birkaç kişi ile birlikte yiyecek ve para vermedikleri için  suçsuz bir köylü ile hanımını  öldürmüş ve ardına bakmadan çekip gitmişti... Komutanın daha sert biçimde Sefer Mehmet kim?  diye bağırması ile ortamdaki uğultu bir anda yerini ölüm sessizliğine bıraktı... Komutan karanlıkta bir kişinin kendisine doğru gelmekte olduğunu gördü ve o kişi
-buyur benim komutanım dedi... Askerler Sefer Mehmet dedeyi hemen tevkif edip oradan ayrıldılar... Ağa ve adamları olayın iç yüzüne öğrenince oğlumu, böyle bir adamın torunu ile evlendirmekten vazgeçtiler... Zühre'yi kaçırma planın da suya düşmüş oldu... Hem beni yıllarca anne babasız olarak yaşamaya mahkum eden bu dedeyi ömrüm boyunca affetmeyecektim... Zühre'nin ise bir suçu yoktu. Bu hikayenin en masum tarafında o duruyordu...

İki hafta sonra ise  muhtar, dedem ve benle konuştuktan sonra Zühre'yi, annesinden istemeye karar verdi dedem... Kahveler içilirken "Allahlın emri diye "söze başladı dedem... Cümlenin sonunu getirince bir süre sessizlik oldu.. Sonrasında ise "verdim gitti "diyen ses ile herkesi bir gülümseme aldı...
Zühre'yi kaçıracakken şimdi köyde düğünümüz yapılıyordu...Yemekler yeniyor, tulum eşliğinde horonlar tepiliyor tüm  köylüler mutlu mesut zaman geçiriyordu...Çoruh 'un serenadı tüm köyü etkisi altına alıyordu.
Tüm köylü genciyle yaşlısıyla atabarı oynuyor yorulanlar ise zaman zaman dinleniyordu. Ben de soluklanmak için oyundan ayrıldığım sırada silahların patladığını duydum. Bu sesi işitmemle beraber sağ yanımdan vurulmuşumu anladım. Gözlerim yavaştan kararmaya başladı...Haykırışlar, bağırışlar ,feryat ve figanların sesi uzaklardan yankılanıyordu...Düğündekilerin başıma toplandığını gördüğümde gözlerimin kararmaya başlamıştı. Kimseyi seçemiyordum. Zühre'yi, dedemi aradı gözlerim...
Gözlerimi açtığımda hastanesinde yattığımı ve sağ yanımın sargı ile sarıldığını gördüm. Canım çok yanıyordu. Takvime baktım düğünden üç gün geçmişti demek üç gün hastanede bilincin kapalı bir şekilde yattım... Başucumda dedem ve Zühre bekliyorlardı.. Arada bir kapıdan gelip geçenler geçmiş olsun diyorlardı... Sonra öğrendim ki bana kurşun sıkan ağanın oğluymuş...
Yazın bittiğini incirler ve üzümlerin olduğundan anladık. Koskocaman ve bitmez denilen yaz bitivermişti iste. Ben hem öğretmenliğime hem de Zühre'me kavuşmuştum...
Okullar açılınca köydeki görevime başladım. Bu an Zühre'ye sevdalandığımdan anla aynıydı... Köy çocuklarının sevinci ve öğrenme azmi beni inanılmaz mutlu ediyordu...

1956 senesi Zühre ve benim için çok güzel yıllar olacaktı. Orak zamanında ikizlerimiz dünyaya gelmişti. O an Allah a binlerce kez şükrettim...Sari ördeğin bundan sonra yeni sahipleri olacaktı... 

20 Ekim 2019- 1 Eylül 2020
Kadıköy-Edremit/Balıkesir

SON

2 kişi beğendi ·
Yazarın diğer paylaşımları;
Sözümoki Mutlaka Bilinmesi Gerekenler
Futbolcu dendiğinde ilk aklına kim geliyor?
X

Daha iyi hizmet verebilmek için sistem içerisinde çerezler (cookies) kullanmaktayız. "Çerez Politikamız" sayfasından daha detaylı bilgilere erişebilirsin.

Anladım, daha iyisini yapmaya devam edin.