Giriş yap! Hesap oluştur!
Nedir?
Ara
Şifreni mi unuttun?
50 Bir yıl sonra Mayıs in 16 da saat 12:00 gibi  köye dah - Sözümoki
30 Aralık 2019, Pazartesi 17:10 · 596 Okunma

50

Bir yıl sonra Mayıs in 16'nda saat 12:00 gibi  köye daha önce gelen memurlar yine gelmişti. Ama bu kez bir hayli kalabalıktı... Çoruh'a kıyısı olan köyler ve nihayetinde Yusufeli de sular altında kalacak ve başka bir  yere taşınacaktı... Bunun nasıl yapacaklardı bir çok kişinin aklı karmakarışıktı ..
Ama durumun öyle olmadığı bir süre sonra anlaşıldı. Bunlar köye yakın bir maden sahasını keşif için gelen gruptu... İşin doğrusu sonradan anlaşılmıştı...
 Paslanmaya  başlamış patos  aracının yanında bulunun  misafirhanede  gelen konuklar  ağırlanmaya başlandı.
 Köyde yine  merak uyandıran bu kişiler birkaç gün kaldı köyümüzde...
O günlerde tüm köylü ilkbaharı unutmuş gibi günlerin geçmesini bekliyordu...
İlkbahar geldiğinde köyde büyük sevinç uyandırırdı... Ama altı yıldır baharlar çok sönük geçmekteydi... Kahveye gelen Ahıskalı bir misafir olan Pehlul oğlu Niyazi'yi çok iyi tanımaktaydı ....
Altı yıl önce o talihsiz olay Ahıskalıları derinden etkilediği gibi bizim köyü de derinden etkilemişti. SSCB'nin bu acımasız uygulama hiçbir zaman unutulmadı ve unutulmayacak...
Ahıska’nın Bolacur Köyünde Başlayan Bir Hasretin Hikayesi Ahmet Bolarcurlu anlatıyor;
Pehlül oğlu Niyazi, 1910’da Gürcistan’ın Ahıska vilâyeti Adigön ilçesine bağlı Bolacur köyünde dünyaya geldi. 1994 yılında Türkiye’de Kars’ın Susuz ilçesinde Niyazi Şenyurt olarak hayata veda etti.

Ömrü, sürgün, mücadele ve hasretle geçti… Bu anlattıklarım onun eşinden dostundan öğrendiğim kadarıyla anlatıyorum. Bir dönemin yaşanmış en hazin hikâyelerinden biridir.

Ahıska bölgesi, Türkiye’nin kuzeydoğusunda Ardahan ilinin sınır komşusudur. Bu bölgede 1944 yılında gerçekleşen topyekün sürgünden önce yaklaşık 120.000 Müslüman Türk ahali yaşamaktaydı. Bu sürgün hayatı halen devam etmekte, Ahıska bölgesi de Türksüz bulunmaktadır.

Bolacur tarlaları, bağları ve bahçeleriyle son derece güzel bir köymüş. Köyde tahıl ekimi önemli bir geçim kaynağıymış. Yaz aylarında tahıl hasadında harman törenleri yapılırmış. Merkezî bir köy olduğu için bu köyde mescit ve okul da varmış.

Kış ayları son derece çetin geçer, evlerin kapısı açılamayacak ölçüde kar yağarmış. İnsanlar hayat şartlarıyla mücadele eder, kendi dinî inanışları ve kültürü dahilinde yaşayıp gidermiş. Ahıska’da bölgesinde yer alan Bolacur köyünde sürgünden önce 330 Müslüman aile yaşarmış. Bolacur köyü, dinî eğitimde diğer köylere göre ileriymiş. Hatta çevrede “Bolacur’dan çıksa, çıksa molla çıkar.”diye yaygın bir söz varmış.

Ama ne yazık ki, bu güzellik o bölgede esası savaş ve haset üzerine kurulu Sovyet hâkimiyetinde bir ada gibi kalmış. Göze batmış… Bu güzelliği, bu huzuru sanki kendisine rakip gören uğursuz merkezî hükûmet, 120.000 olarak tahmin edilen ahaliye, kendi vatanını ve kültürünü, kısacası huzuru çok görmüş…

Niyazi, çevrede dinî eğitimde önderlik eden Kayagiller sülâlesindendi. Ana dili olan Türkçenin yanında Gürcüceyi de biliyordu. 1939 yılına kadar Ahıska bölgesinden Sovyet ordusuna asker almadıkları için askerlik yapmamıştı.

Niyazi’nin babası Pehlül dede, Ahıska’nın Sovyetlere tamamen bağlanmasından sonra dinî hassasiyetinden olacak ki hanımına, “Çoluk çocuğumuz evli değil, Türkiye’ye geçelim.” demiş. Eşi Esma nene ise bu teklife karşı çıkarak “Yenice yeni evlerimize kavuştuk, Türkiye’de de akrabamız yok; Türkiye’yle buranın arasında ne fark var?” demiş.

Pehlül dedenin üç oğlu bir kızı varmış. Bunlar Niyazi, Çaho (Çahal), Gılman ve Züleyha. Niyazi, 1938’de Türkiye’ye geçiyor. Gılman, İkinci Dünya Savaşına katılmış, sağ veya ölü olduğu hakkında hiçbir bilgi gelmemiş; namsız nişansız kaybolmuş. Çaho ve Züleyha ana babalarıyla beraber Özbekistan’a sürülmüş. Sürgünden önce Çaho da Züleyha da evliymiş.

Niyazi, 1927-1932 yılları arasında Batum medresesinde yatılı olarak beş yıl okumuş. Bolacur’dan Batum’a kadar sırtında kitapları, azığı yaya olarak gidip geliyormuş. Köye döndüğünde yürümekten dolayı ayakları şişer, soyulurmuş.

Niyazi, Molla Enver, Davut Efendi, Ellez Hoca gibi medrese arkadaşlarıyla birlikte Arapça ve Osmanlıca okumuş. Arapçayı pratik olarak da çok iyi biliyormuş. Tefsir, hadis, fıkıh ilmi almış. Kur’an-ı Kerim mealini verebiliyor, tefsir yapabiliyormuş. Hocaları yolculukta dahi öğrencilerine ders verirmiş. Hocasının özel kütüphanesi varmış, Sovyet yetkilileri bu kitaplara el koymak istediklerinde öğrencileri kitapları saklamışlar. Daha sonra çekilen onca sıkıntılı yıllarda maalesef bu koca kütüphane de kaybolup gitmiş.

Niyazi, 1933’te Tüti Hanımla evlenmiş. Aynı mahallenin çocuklarıymış. Birbirini sevmişler. Kız istemeye gittiğinde namaza olan ilgisini ölçmek için kız tarafı abdest leğenini kıblenin tersi istikametine koymuş. O da leğeni kıble yönüne çevirerek abdestini almış. Buradan o yıllarda Ahıska toplumunda dinî vecibelere ne kadar önem verildiğini anlamak mümkündür.

Evlendikten sonra Gürcistan’ın Ahıska bölgesindeki Harcam ve Nakurdev köylerinde imamlık yapmış. Bazı köylerde ramazan imamlığı da yapmış.

Ancak babası, onun imamlık yapmasına karşı çıkmış. O dönem, Sovyet lideri Stalin’in dinî faaliyetlere karşı baskısı giderek artıyormuş. Topluca yapılan dinî faaliyetler hatta alışılmış ibadetler engellenmeğe çalışılıyormuş. O dönemde Niyazi, hem dinî hem de millî değerlere baskıların artışından rahatsız olan bazı Ahıskalı Türk aydınlarının kurduğu gayri resmî bir cemiyete üye olmuş. Cemiyet, baskılara karşı koymak ve halkı bu yönde aydınlatmak için bazı faaliyetler yapıyormuş. Sovyet yönetiminin gizli servisi KGB, bunları yakın takibe almış. Bir gün KGB içinde yer alan bir Ahıskalı Türk, cemiyete üye olan kişilerin önce tutuklanacağını daha sonra idam edileceğini, o kişilerin ailelerine haber vermiş. Bu haber, Niyazi’nin babası Pehlül dedeye de ulaşmış. Pehlül dede o gece yollara düşmüş ve oğlunun imamlık yaptığı köye gitmiş. Oğluna bu haberi verdikten sonra bir yerlerde saklanmasını, ortalık durulmadan kesinlikle ortalığa çıkmamasını ısrarla tembihlemiş.

Niyazi bir yolunu bulup Bolacur köyüne gelmiş. Bolacurlu Karabek Mevlüt dedenin evinde altı ay saklanmış. Mevlüt dede ve eşi, onu yedirip içirmiş. Ahırla tepenin birleştiği iki duvarın arasında son derece zor şartlarda altı ay saklanmış. Mevlüt dede ve ailesinin sayesinde KGB, Niyazi’yi hiçbir yerde bulamamış. Babası Pehlül dede, soranlara, “İmamlık yaptığı köyden eve dönmedi!” diyerek KGB görevlilerini oyalamış.

Niyazi, Türkiye’ye geçmeden önce evine uğramış. Çocuğu, babam geldi diye düşünmüş; fakat çocuğa sezdirmemeye çalışmışlar. Uyanır diye uykudaki çocuğunu bile öpememiş… Zira çocuk görecek olursa, gâvurlar çocuğu kandırarak babasının yerini öğrenmeye çalışırlar. KGB baskılarını anlatmak mümkün değil derler. Müslüman ahalinin çektiği zulüm, tarihin yaprakları arasında kalmış. Niyazi, evinin bodrumunda saklanmış. Kapakları üzerine kilitliyorlar. Çocuk, “Babam gelmediyse bugün bodrumun kapısı niye kilitli?” diye sormuş annesine. Çocuk, bodrumu araştırıyor. Niyazi, onu görebiliyor, çocuk pencerenin önünden akşama kadar ayrılamıyor. Niyazi aylardır görmediği çocuklarını tahtaların arasıdan görüyor, seslerini duyuyor ama dokunamıyor. Niyazi, yeni doğan kız çocuğunu da ancak uzaktan görebiliyor. Daha sonra 16 yaşanda sürgünde ölen bu kız çocuğunu bir daha göremiyor. Bu uhde hayatının sonuna kadar içinde bir yara olarak kalacaktı.

KGB takibinde olan 12 kişi bu kadar saklanmadan usanarak Türkiye’ye geçmeye karar vermişler. Türkiye’ye geçecek kişilerin hepsi bir ormanda toplanmışlar. Niyazi’nin erkek kardeşi Çaho, bu gruba üç dört günde bir erzak ve ihtiyaç malzemeleri taşıyormuş.

Çaho, o bölgeyi iyi bilen Davut adında bir kılavuz bulmuş ve ondan bu grubun Türkiye’ye geçmesinde yardımcı olmasını rica etmiş. Davut da bu görevi kabul etmiş. Davut, bu 12 kişilik grubun Türkiye’ye geçmesini sağlamış. Davut da sınırda yakalanmamak için kendini kayadan atmış; birkaç gün sonra Türkiye’de ölmüş.

Kılavuzları önlerinde 12 kişilik gurup gündüz saklanıyor gece yolculuk yapıyorlar. Ormanda bazen aç, bazen susuz, bataklıklar, kayalar, zor tabiat şartları ile mücadele ederek sınırı geçiyorlar.

Niyazi ve arkadaşları Mart 1938’de Türkiye’ye giriyorlar. Gece yarısı sınırı arkadaşlarıyla geçiyorlar. Posof’tan giriş yaparak Kars’a geliyorlar. Kars-Susuz’daki Ahıskalılara misafir oluyorlar. Oradan Çorum’a gidiyorlar. Çorum’da iki üç ay kalıyorlar. Niyazi, devlet tarafından Çorum’dan Kars-Sarıkamış’ın Karakurut nahiyesine muhacir olarak gönderiliyor. Daha sonra Susuz’a Tüti nenenin dayısı Muhammed dayının yanına geliyor. Susuz merkeze yerleşiyor. Kars’a imam olarak atanıncaya kadar tarla işleriyle uğraşıyor.

Niyazi’nin Bolacur’da bıraktığı hanımı ve iki çocuğuna babası ve annesi sahip çıkıyor. Özbekistan’a sürgün edilirken de sonrasında da beraberlermiş.

Susuz’daki komşusu ve hicret arkadaşı, can yoldaşı Ahmet Efendi, meşhur Şehri Efendinin oğludur. Ahmet Efendi, Susuz’da imamlık ve çiftçilik yapıyor, burada evleniyor. İki oğlu, iki kızı oluyor. Çocukları şu anda İstanbul’da yaşamaktadırlar. Hepsi evli ve çoluk çocuk sahibidir.

Niyazi Efendinin Türkiye’ye hicreti, onun ilk hicreti değilmiş. Küçük yaşlarda bile Gürcü, Ermeni zulmünden kurtulmak için birkaç defa iç sürgün yaşamış bir insan. Onun içindir ki kendisi için “Kaçaklık çocuğuyum.” diyormuş her zaman.

Susuz’da anne babamı da getiririm diye çok toprak alıyor. Ancak bu emeline ulaşamıyor. Çünkü ailesi Orta Asya’ya sürgüne gönderiliyor.

İkinci Dünya Savaşı’ndan önce Gürcistan, Bolacurlu Teyfur adında birisini birkaç arkadaşıyla birlikte Türkiye’ye muhacirler hakkında bilgi toplamaya gönderiyor. Savaştan önce Susuz’da Niyazi’yle karşılaşıyorlar. Birbirini tanıyorlar. Niyazi onları, memleketinden gelen misafir olarak karşılıyor; Teyfur’u gördüğü için çok seviniyor, ailesinden haber alıyor. Ailesini görmüş gibi oluyor. Teyfur ve ekibi, İkinci Dünya Savaşı’nı duyunca Türkiye’de kalıyor, Ahıska’ya geri dönmüyorlar.

Gürcistan, savaştan sonra Teyfur ve ekibine, affedildiklerini ve geri dönebilecekleri haberini gönderiyor. Teyfur ve grubunun sürgünden haberi olmadığı için daveti kabul ediyorlar, Ahıska’da bıraktıkları ailelerini özledikleri için böyle bir karara varıyorlar. Geri dönme konusunda geciktikleri ve görevlerini ihlâl ettikleri için Sovyetler bunlara on yıl hapis cezası veriyor.

1938’de Susuz’a yakın Mamaş köyünde imama ihtiyaç oluyor. Niyazi Efendi’yi bu köye imamlığa alıyorlar. İki yıl burada imamlık yaptıktan sonra askere gidiyor. Dört yıl askerlik yapıyor. Eşine kavuşacağından ümit kestiği için 1944 yılında ikinci defa evleniyor.

Daha sonra dünürü olacak Fikri amcanın babası Muhammed dayı, Niyazi’yi ikinci hanımı olan Yosma ile evlendiriyor. Yosma, dul kadın, eski kocasından iki çocuğu var. Daha sonra Niyazi’den dört kızı oluyor. Kızlarının üçü İstanbul’da, biri İzmit’te oturmakta ve hepsi çoluk çocuğa karışmış durumda.

1966’dan sonra Kars merkezde İstasyon Camisinde, Hacı Seyfi camisinde, Aliağa Camisinde, Yusufpaşa Camisinde, Selim ilçesindeki Selim Camisinde imamlık yapıyor. Susuz’un Mesutçuk köyünde ve son olarak Susuz merkezde dört yıl imamlık yapıyor ve buradan emekli oluyor.

Teyfur dede, hapisten çıktıktan sonra ailesini Özbekistan’ın Semerkant şehrinde buluyor. 1957 yılında Niyazi’nin kardeşi Çaho ile bir yerde karşılaşıyorlar. Biraz sohbet ettikten sonra Teyfur, Çaho’ya, “Senin kardeşini gördüm, adresi de şöyledir…” diyor. Niyazi’nin sağ olduğu hakkında bilgi veriyor. Çaho ve ailesi bu habere çok seviniyorlar. Daha sonra Teyfur dede Özbekistan’ın Sir Derya ilinde 1970 yıllarında ölüyor.

Niyazi’nin kardeşi Çaho, hemen Latin alfabesini bilen Kırımlı birisine mektup yazdırıyor. Zarfın üzerini Rusça olarak Pehlül oğlu Niyazi diye yazıyorlar. Mektup Türkiye’de altı ay dolaşıyor. Niyazi’nin soyadı Şenyurt olarak değiştiği için postacılar mektubun sahibini bulamıyorlar. Sonunda postacı, Rusça bilen komşusu, değirmenci Malakan’a mektubu gösteriyor. Susuz’da yaşayan bu değirmenci Niyazi’yi tanıyor. Mektubu Niyazi’ye ulaştırıyorlar. O gün dünyalar Niyazi’nin oluyor. Ancak bu mektup sayesinde ailesinin Orta Asya’ya sürgün edildiğini öğrenmiş oluyor ve çok üzülüyor. Semerkant’tan Susuz’a gelen ilk mektubun tarihi 1956’dır. Mektupta anne babası, kardeşleri, eşi hakkında bilgi veriliyor. Bundan sonra mektuplaşma başlıyor. Mektuplar altı ayda adrese ulaşabiliyor. Niyazi’nin Kars’tan gelen mektubunu Özbekistan’daki akrabaları sırayla tekrar tekrar okuyorlar. Özlemlerini bu biçimde gidermeye çalışıyorlar.

Niyazi’nin babası Pehlül dede, 1947’de Semerkant’ın Kara Derya ilçesinde, annesi Esma nene de 1959 yılında Semerkant’ın Bulungur ilçesinde vefat ediyorlar.

Niyazi’nin ailesi topluca Özbekistan’ın Semerkand ilindeki Bulungur ilçesine sürgün ediliyor. Bu sürgün acısını yalnızca bu aile değil bütün Ahıskalılar yaşıyor.

Üç yaşındayken bıraktığı 1935 doğumlu oğlu Ahmet, 1953’te vefat ediyor. Ahmet çok yetenekli bir çocukmuş. Şiir yazma yeteneği de olan çok maharetli bir delikanlıymış. Semerkant’a sürüldükten sonra okula başlamış; çok başarılı bir öğrenciymiş. Ahmet bir gün tarlayı sularken uyuyakalıyor. Tarlada yeşil mercimek ekiliymiş. Tarlayı su basınca, Çaho amcam beni döver, bana kızar diye korkusundan başını alıp başka bir köye gidiyor. Niyazi’nin eniştesi Osman, atıyla onu aramaya koyuluyor. Ahmet yolda acıkınca Özbek bir dededen ekmek istiyor; ekmek karşılığı olarak tarlasında bir müddet çalışıyor. Semerkant’ın Kızılyıldız kolhozundaki akrabalarından Yusuf amcanın yanına gitmeye karar veriyor. Ailesi çocuk kayboldu diye bu tarafta perişan oluyor. Bir falcı kadına baş vuruyorlar. Falcı kadın, ne zaman gittiyse o zaman gelir, diyor. Osman enişte Yusuflarda çay içtikten sonra Ahmet’i aramaya devam edeyim diyor. Onu Yusuf amcanın evinde görünce hem seviniyor hem de ona çok kızıyor. Gerçekten de falcı kadının dediği gibi gün ortasında kaybolan Ahmet gene gün ortasında bulunuyor. Daha sonra o korku, Ahmet’te baş ağrısına sebep oluyor, olaydan bir yıl sonra vefat ediyor.

Ahmet her zaman, “Babam ne zaman gelecek, ne zaman babamı görürüm, acaba bu dünyada babamı görebilir miyim?” diye diye muradına eremeden 17 yaşında ölüyor. Ölmeden önce bir kitap yazmış. Osmanlıca biliyormuş.

Niyazi’nin Bolacur’dan ayrılırken uzaktan görebildiği kızı Hatice de 1938 doğumlu. Babası hicret ederken üç aylık bebekmiş. Babasını hiç görememiş. Semerkant’ta kansere yakalanıyor. Amcası, halası bunun sağlığı için seferber oluyor. Ancak kansere çare bulamıyorlar. Hatice, ağabeyi Ahmet’ten sonra 1954 yılında 16 yaşında vefat ediyor. O güzel kız bu dünyada babasına göremeden, bir kere olsun baba diyemeden dünyaya veda ediyor.

1959’da Niyazi, ikinci hanımı Yosma’nın rızasını alarak ilk hanımı Tüti’ye tamamıyla Türkiye’ye yerleşmesi için gerekli evraklarla birlikte davetiye gönderiyor. Bu davetiyeden sonra Bulungur’da komşuları olan Valeli Mehmet Efendi, üç yılda Tüti Hanımın evraklarını düzenliyor. Tüti Hanımın Türkiye’ye gitmesinde yardımcı olan Mehmet Efendi, Ahıska’da öğretmenlik de yapmış. Tüti Hanımın evraklarını düzeltmek için Semerkant ve Taşkent arasında mekik dokuyor. Moskova’daki Türk elçiliğine evraklar gönderilip tasdik edilmiş. Tüti Hanım, 24 Mart 1962’de Türkiye’ye doğru yola çıkıyor. Taşkent’ten Tiflis’e uçakla oradan da trenle Gümrü’ye geliyorlar. Tüti nene bir gece Ermenistan’da kalıyor. Mehmet Efendi, Türkiye sınırda Niyazi’ye eşini teslim ediyor. Tuti nene Gümrü’den Türkiye’ye giriyor.

Mektuplaşma, Tüti Hanımın Türkiye’ye, eşine kavuşmasından sonra da devam ediyor. Niyazi kardeşlerini görmek istiyor. 1977 yılında erkek kardeşi ve kız kardeşine davetiye gönderiyor. Bu tarihlerde kardeşleri Semerkant’ın Ağ Derya ilçesine taşınmış oluyor. Yaşadıkları köydeki Şemseddin adındaki komşuları kardeşlerinin dokümanlarını üç yıl içinde düzenleyebilmiş. Bunlar bütün belgelerimiz tamam diye bütün akrabalarıyla vedalaşıyor, Türkiye’ye yola çıkıyorlar. Niyazi’nin erkek kardeşi Çaho dede, kız kardeşi Züleyha bibi, Şahseddin efendi, yeğeni Mustafa, önce Moskova’daki Türk elçiliğine son izin belgesini almak için giriyorlar. Elçi, onlarla bir süre sohbet ettikten sonra belge tamamlanmadığı için geri gönderiyor. Onlar da Semerkant’a geri dönüyorlar. Belge tamamlanıyor, üç ay sonra tekrar Moskova’ya geliyorlar. Vizeyi aldıktan sonra yola çıkıyorlar. Bakü’ye, sonra Ermenistan’a uçuyorlar. Gümrü-Kars arasında haftada bir gelen trene ulaşamadıkları için, Azebaycan’da akrabalarının olduğu Şirinbeg köyüne gidiyorlar. Beş gün Şirinbeg’de kaldıktan sonra geri dönüyorlar. Gümrü’de otelde bir gece kalıyorlar. Tren öğleden sonra geliyor. Onları uğurlamaya gelen Çaho’nun oğlu Mustafa ve komşuları Şemsettin efendi Niyazi’ye telgraf gönderiyorlar.



Çaho ve Züleyha’yı Kars’ta Niyazi karşılıyor. Çaho ve Züleyha, 1980’de Kars’ta üç ay kalıyor. İzmit ve İstanbul’daki eski tanıdıkları ziyaret ediyorlar. Türkiye’den Özbekistan’a dönerken Bakü’deki akrabalarını da ziyaret ediyorlar, sonra Semerkand’a ulaşıyorlar.

1984’te kardeşleri Çaho ve Züleyha, Niyazi’ye davetiye gönderiyorlar. Niyazi’nin ilk eşi Tüti Hanım, 1982 yılında vefat ettiği için Niyazi ikinci hanımı Yosma ile Özbekistan’a gitmek üzere yola çıkıyorlar. Gümrü, Tiflis, Bakü üzerinden giderek Semerkant’a varıyorlar. Oradan kardeşlerinin yaşadığı 1 Mayıs kasabasına geliyorlar. Orada üç ay kalıyorlar. Bu üç ay çok dolu geçiyor. Niyazi dede, her zaman gözü yaşlı birisi. Başından geçen olayları anlatırken hep ağlarmış… Bu duygulu konuşmaları dinleyenler, bu eziyetleri hissederek belki daha fazla ağlarmış. Onları duyup ziyaret etmeyen Özbekistanlı Ahıska Türkü kalmamış. Dönüşte Bakü’ye, Şirinbeg’den Ermenistan’a gidiyorlar. Haftada bir kere gelen trene biniyorlar. Kardeşleri Çaho ve Züleyha da uğurlamaya Gümrü’ye kadar geliyorlar.

Niyazi Şenyurt’un 1989 yılında Semerkant’a ikinci gelişine Ayvaz adındaki akrabası vesile ve yardımcı oluyor. Ayvaz davetiye işini ayarladıktan sonra 1988 yılında Niyazi dedeye telefon ediyor ve nasıl geleceğini, hangi belgelerin gerektiğini, yolu yordamı öğretiyor. 1989 yılında Niyazi Semerkant’a ikinci defa geliyor. Gümrü’ye karşılamaya yeğeni Mustafa ve akrabası Ayvaz geliyor. Ancak bu sefer 1988’de vefat eden erkek kardeşi Çaho’yu göremiyor. Buna çok üzülüyor. Duyan herkes ziyaretine akın ediyor. Altı ay Semerkant’ta kalıyor. Fergana vakıasından sonra fazla duramıyor. Türkiye’ye geri dönüşte Tiflis’teki Türk konsolosluğuna geliyorlar. Bu sefer Batum’dan Türkiye’ye geçmeyi uygun buluyorlar. Çünkü o sıralarda Ermenistan’da bazı sıkıntılar yaşanmakta. Karşılamaya gittiğinde yeğeni Mustafa’ya ve Ayvaz’a Gümrü’de sataşmalar oluyor. Ayvaz, Kars’a karşılamaları için telgraf çekiyor.

Niyazi, 1989 yılında Özbekistan’daki akrabalarının yanından Kars’a dönerken Batum’da medrese arkadaşı Davut Efendiyle karşılaşıyor. Birkaç saat bu eski arkadaşının misafiri oluyor. Bu Acar arkadaşı başından geçen olayları Niyazi’ye, Niyazi de ona anlatıyor. Hatıraları tazeliyorlar. Tabii ki Türkçe konuşuyorlar. Davut Efendi o sırada Acaristan Müftüsüymüş. 1996 yılında Batum’da vefat etmiş.

Niyazi dedenin Özbekistan’daki akrabalarının bir kısmı Türkiye’ye göç etmiştir.

Niyazi Şenyurt, 27 Temmuz 1994’te Kars-Susuz’da Hakk’ın rahmetine kavuşmuştur. Onun 1960 yılında bir mektuba yazdığı şiiri şöyledir:

Bizim elin koyunları kuzular,
Derdim artar yaralarım sızlar,
O anayı babayı gönül arzular,
Kader böyle imiş kime ne diyem.

Bizim elde lale, sümbül bir biter,
Bülbülün arzusu firkatli öter,
Türbede evlâtlar burnumda tüter,
Kader böyle imiş kime ne diyem.

Niyazi gam çeker çöllerde bile,
Kederlenir, derdi getirmez dile,
Bülbülün arzusu o kızıl güle,
Cenabı Mevlâ’dan bir imdat ola;
Kader böyle imiş kime ne diyem.

Konuşmasını burada tamamlayan Ahmet bey, kahvedekilerin gözyaşlarına aldırmadan soğuyan cayandan son yudum aldı ve müsaade isteyip kahveden ayrıldı...






...

Yazarın diğer paylaşımları;
Sözümoki Mutlaka Bilinmesi Gerekenler
Bir hatipte mutlaka olması gereken özellik sence nedir?
X

Daha iyi hizmet verebilmek için sistem içerisinde çerezler (cookies) kullanmaktayız. "Çerez Politikamız" sayfasından daha detaylı bilgilere erişebilirsin.

Anladım, daha iyisini yapmaya devam edin.