80
Cılavuz'da okula gitmeye gün sayarken uzun geceler ağladığımı bilirim. Günlüğüme hiçbir şey yazamaz olmuştum. Gözyaşlarımın damla damla sayfalara düşüşü mazinin o güzel günlerini hatırlatıyordu. Şiirlerim yarım yarım ve anlaşılmaz olmuştu gözümde... Sanki ben bu dünyaya Zühre aşık olmak için gelmiştim de şimdi bu son yaşadığım bu hikayenin aykırılığında gizliydi...Sanki benim yerime kara bir sayfa yazılıydı. Zühre ise Arifiye'ye gideli bir hafta olmuştu...Zühre'den ayrı geçirdiğim bir hafta hayatımın en karanlık günleri oluvermişti...Yıldızları göremiyorum. Bahçedeki birlikte diktiğimiz güller sanki üzüntüden birden bire soluvermişti. Acıklı bir hikayenin son satırlarının uyandırdığı duyguları yaşıyordum... Çoruh bundan sonra dinmeyen gözyaşı olmuştu gözümde...
Dedemle birlikte Yusufeli'ne gittiğimizde Zühre'yle karşılaştığım o güzel günler geldi aklıma...Saklı bir hikayenin anahtarı ellerimden kayıp gidiyordu...
İkindi ezanından sonra hava birden kara döndü...Oysa öğlede neredeyse güneş yazı hatırlatan bir şekilde yüzünü göstermişti...Karlı günlerin gizeminde çokça zikrettiğim bir ad vardı o da Zühre'ydi...Eminim o da burada olsa bildiği şiirleri, dinlediği hikayeleri okur ve su her tanesi farklı beyaz rüyanın uykusundan uyanmak istemezdi...
Geçen yıl Nejat Sofuoğlu, Cılavuz'da okurken bir gün öyle bir dayak yemiş ki, ağrıdan sızıdan uyuyamamış. Bu hadiseyi kahvede olur olmaz anlatıyorlardı. Sanırım bu, enstitüleri kötülemek için yapılmış bilinçli bir hadiseden başka bir şey değildi... Simsiyah gür sakalları ve ilginç konuşması ile araya giren Sekip Beyaz, kahveye geldiği günlerde durmadan anlatırdı...Şöyle derdi :
"Sabaha karşı kendi gibi dayak yiyen bir arkadaşı ile kaçmışlar yurttan. Dayak sebebi gürültü yapmaları.Susuz'dan yürüyerek Yusufeli' ne dönmüşler. derdi. Bu kez sözlerini şöyle sürdürdü iki amcaoğluyla öğrenci iken amcası haftada bir kere Hanak’tan ekmek götürürmüş, sadece ekmek. Amcaoğlu okulu bırakmış ama dedem, amcamın taşıdığı ekmeğin hatırına dayandım bırakamadım, demiş... Böyle anlatılanları çokça dinlediğim olmuştu...
Dolunayın parlaklığı köyün karanlık tepelerine vurunca yüreğimde Zühre'nin uzaklardan söylediği tatlı türkülerini duyar gibi olurdum... Eminim o da çok geceleri anlamıştı. En kötüsü de buydu... Onun yüzüne en yakışmayan görüntü buydu bence... Ağlamaklı gözlerinde kimi zaman solan gülleri acı görüntüsü gizli gibiydi...
Dedemin evinde Zühre'nin benim için dokuduğu kilim ve bir de işlemeli mandolinin ile cevabi mektubu dışında hiçbir şeyi gözüm görmüyordu... Zühre'nin dokuduğu kilimdeki bukağı yerine duruyordu lakin bu dokuyan kandil çiçeği çok uzak diyarlardaydı...
Kanadı kırık güvercinin hüznünü yaşıyordum içimde... Zühre 'siz hayatın ne tadı ne de tuzu vardı...Mektup yazsam ona büsbütün zarar verebilirdim o yüzden yüreğimdeki o derin sevda denizinde kürek çekmeye devam edecektim...
Ertesi gün Tevfik dayı kahvede şunları söylediğine şahit oldum.
Bu Köy Enstitülerini genel müdürü bir gün çocukları bir yere toplamış ve şöyle bir bilgi vermiş;
"Çocuklar, Türkiye yakında çok büyük bir değindim yaşayacak, artık çok partili sisteme geçiyoruz, halk yöneticilerini kendileri seçecek. Şimdiye kadar parti belirliyordu seçilecekleri, şimdi halk kendisi seçecek. Buna demokrasi diyorlar, ama demokrasi iki çeşittir; birincisi gerçek demokrasi dediğimiz demokrasidir, bir de sandık demokrasisi... 20 -30 köyü olan ağalar var doğuda. Türkiye'nin gelir dağılımı korkunç, bütün köylüler topraksız. Toprak reformu yapmamışsın, insanlar arasında uçurumlar var. Daha halkımızın %20 si okuma -yazmayı yeni öğreniyor, %80 i okuma yazma bilmeyen insanların önüne sandık konmadan önce, yasaların değişmesi ve insanların bilinçli bir duruma gelmesi gerekir. Şimdi bizim sandıktan ne çıkacağını çok merak ediyorum demişti. Kahve bir köşede öylece oturan ve biraz önce anlatılanları sanki dinlemiyormuş gibi bir görüntü veren Ethem beter dayı söze şöyle dahil oldu:
"İsmet İnönü başbakan iken Muallimler Birliğinin 4. Kongresinde uzun bir konuşma yapmıştı... Bu konuşmada Öğretmenlerin ulusu kültürü ile, toplumsal yaşamı ile, tüm bilim ve fenniyle en yüksek uygarlık düzeyine çıkaracak isciler olduğunu...söyler
Demek ki çok partili hayata geçecektik. Bunu pek anlamadım ama yaşayıp göreceğiz... "
Zühre'nin köyden ayrılışının üzerinden tam yirmi dokuz gün geçti. Bu sanki bana yirmi dokuz yılmış gibi geldi...Zaman nasıl akıyor günler nasıl anlamsız bilmiyorum... Bildiğim tek şey damarımda akan kanım yavaş yavaş çekilmesi gibi bir şey onu özlemek hissi... Sanki gündüz güneş doğmuyor gece yıldızlar ve ayın şavkı köyümüze pas geçiyordu...
Karlı dağların kadim aşk hikayesindeki çıkmazların ortasında kalmış gibiyim... Onun inci gibi kelimelerindeki tatlı gülümseyişi bir daha göremeyecek olmak, sanırım hayatımın en sessiz ve hissiz günlerine not düşecekti...
Ayrılığın ardında sanki kalbimde Zühre yıldızını taşıyordum...Bu dert ile arka bahçenin yetim çiçekleri dolunayın şavkının vurduğu her akşama bir hüzün yumağı gibi giriyordu... Zühre'nin dokunduğu beyaz güllerin canlılığı karanlıkta bile belli oluyordu...
Bu günlerde Çoruh'a balık tutan arkadaşlarımdan Ziver ve Mahmut' tan kaçmamın sebebi küçükken dedemle bir balık tutmaya gitmiştim. Dedem bir balık tutmuştu, debelenip nefes almakta zorlanan balığı dereye atmak için dedeme ısrar etmeye başladım. Dedem de ısrarlarına dayanamadı ve o balığı son kez öpüp Çoruh'a salıverdim. O gün bu gün Çoruh'tan balık yemez oldum... Ama arkadaşlarımdan kaçmamın sebebi bu kez bu sevimli balığın bende bıraktığı etki değildi. Ne zaman Çoruh'a baksam Zühre'nin hayalini görüyor gibi oluyordum. Şiir okuduğum gecelerin yitik zamanlarının ortasında belirmesi gibi bir şey bu...
Simdiler de Zühre'nin bana dokudu bu kilime şiirler okumaktayım. Bu atın uzaklara doğru özlem yüklü bakışını her gün yaşamıma katık ederek. Bu kilimin bir yerlerinde Zühre'nin karanlık geceye fısıldadığı sözcükleri aramakla geçecek ömrüm...