87
1945 Mayıs'ında Milli Eğitim bütçesi görüşülürken Emin Sazak, "Köylere verilen enstitü mezunlarının kendilerini birer Atatürk zannettiklerini" söyledi.
Hasan Âli Yücel, bu eleştiriyi yanıtlarken, "Bu çocukların birer Atatürk olması temenni edilir" dedi ve sözü büyük toprak sahibi Emin Sazak'a getirdi:
"Emin Sazak arkadaşım, oturduğu yerden iç çekebilir; çünkü feodal sistemle idare edilmek isteyenler, ilköğretim davasını ." Köy enstitüleri
"Sen gittiğinden beri dünyanın en güzel sözlerini işlemeli mendilin dinliyor. "
Ebubekir Kuri -Zührename'ye Ağıtlar
Enstitü günlerinde en güzel yanı dersleri uygulamalı öğrenmenin yanında; Artvinli, Karslı ve Ardahanlı arkadaşlarımla bir arada zaman zaman sohbetler ettiğimiz ve hikayeler anlattığımız anlardı... Bir seferinde Zühre'ye yazdığım bir şiiri okumuştum da okul arkadaşlarım çok şaşırmışlardı... Karslı Adem :"Bu şiiri sen mi yazdın Tahir! " dedi. Ben de onu onaylar gibi gülümsedim. Ağrılı Canip ise "Tahir bu şiiri sakın idare görmesin ve duymasın yoksa enstitüden atılırsın sonra... Belli ki şiire yeteneğin var. Ama bunu herkese söyleme ve her yerde okuma benden söylemesi" dedi ve Kars'ın düzelerinde inekleri otlatan çobanın yanık yanık çalan kavalının ezgisine bıraktı kendini...
Tüm bunlar bir yana şiiri bitirdiğimde bir süre beklemiştim ve hemen ardından onların yüz ifadelerini gözlemiştim. Gördüğüm bu görüntü Anadolu'nun birebir kopyası gibiydi. Şu harika ani hiçbir ressam resmedemezdi. Hani Orak zamanın bir dinlenme anında bir esinti duyarsınız ve ferahlarsınız aynen öyle işte. Anadolu rüyasını başka başka illerde aynı gece gören gözler ve dimağlar vardı karşımda... Türkiye'nin eğitimi ve edebiyatı sanatı ve kültür ve irfanından her söz açıldığında bu gözler gelecekti aklıma...
Marangozluk kolunda bulunan Daver, Şekip, Gavsi ve Murtaza enstitünün ilk günlerinde okulun seyyar tuvaletini uzun uğraşlardan sonra yapmışlardı... Bunun bir yerden bir yere taşınması bir hayli yorucuydu. Geçen gün dersleri açık havada işlemeye karar veren Matematik öğretmenimiz in derslerinde anlattığı bilgileri uygulamak için güzel bir örnek vermişti... Daha önce yaptığı maket evin ebatlatını bizlere anlattı... Şimdi bizlere de o ev gibi bir maket ev yapmamızı istedi. Yadigar öğretmenimizin yapmış olduğu bu maket ev, 17. Yüzyıl geleneksel Türk evlerinin en güzel örneği olan Safranbolu evlerini anımsatıyordu... Gerekli malzemeler yanımızda bizlerle birlikte getirilen ve açık havada şaşkın bakışlarla kimi zaman otlayan kimi zaman ise bizlere bakan şu eşeğin sırtıyla getirdiğiydi.
Güneş iyice yüzünü gösterdiği vakit Kars'ın uçsuz bucaksız platosu bizlerin hesapları ve ölçüleri ile daha bir anlam kazanıyordu... Gökte belli belirsiz görülen kazların çığlıklarını en az bizler kadar tahta da yani bizim eşek te meraklı gözlerle izliyordu. Bazen de bir ses duymuş gibi uzun kulakları dikine tutuyor ve etrafı dinliyordu...
Mahmut, Ziver, Harun gibi benim yaptığım Safranbolu evleri bizim adeta bir parçamız olmuştu... Bu evleri bu kadar güzel olacağını ve beğenileceğini hiç tahmin etmiyordum... Öğretmenimiz Yadigar bey bizleri tebrik ve takdir etti...
İki gün sonra patates ekimi vardı ve ben nenenim patatesleri hatırlayıp köydeki günlerimi hatırladım hüzünle...
Nenemin ve dedeme henüz mektup yazmadım. Onları da en gönlümün kandil çiçeği olan Zühre kadar çok ama çok özledim. Neden mi kandil çiçeği diyorum. Bunun sebebi, uzaktan bakıldığında bu çiçeğin mum gibi görünmesinden dolayıdır. Uzun satırların belli belirsiz rüyasında ölmek gibiydi onlara olan özlemim. Köyde hani Niyazi dedenin Yusufeli nin kurtuluşu için kahvede okuduğu Yusufeli Seferberlik destani geldi aklıma hüzünlendim...
1943 yılına kadar Türkiye'de köyde elektrik yoktu. Herkes aydınlanmak için gaz lambaları kullanmaktaydı. Bu sıkıntıdan kurtulmak için Cılavuz Köy Enstitü’nün fizik öğretmeni Remzi Çakır, okul müdürü Halit Ağanoğlu ile konuşarak köye elektrik santrali yapma fikrini bildirir. Teknik eleman talebinde bulunan Ağanoğlu, bu işten anlayan biri gönderilmeyince, Çakır’ın da verdiği cesaretle birlikte santralin kurulmasına karar verirler.
Enstitü Müdürümüz Ağanoğlu ve Çakır, birlikte bir sırık, bir şakul, bir saat, bir avuç da saman kullanarak, suyun yüksekliğini, saniyedeki miktarını ölçmeyi başlarlar. Yedi buçuk metre yükseklikten en az altı yüz ila bin litre arasında su alınabilecekti. Ki, bu kırk, elli beygirlik bir kuvvet demekti. Bu kuvvetle de Enstitü bol ve parasız ışığa, radyoya, sinemaya kavuşacak, atölyeleri hareket için gerekli olan enerjiyi yine parasız elde etmiş olacaktı. Aynen de öyle oldu...