Giriş yap! Hesap oluştur!
Nedir?
Ara
Şifreni mi unuttun?
88 Enstitüde yemek dersinde öğrenciler () bir verem mi - Sözümoki
26 Mart 2020, Perşembe 21:23 · 782 Okunma

88



Enstitüde yemek dersinde öğrenciler

“(…) bir verem mikrobu gibi daima zayıf ve buhranlı bünyeleri arayan sol cereyanları da maalesef bu müessesenin bünyesine sokulmak istenmiştir. (…) iktidarımız zamanında bu mevzuda gösterilen hassasiyet ve aksülamel ve alınan tedbirler sayesinde bu muzır faaliyet, bu müesseselerin bünyesinden atılmış bugün Köy Enstitülerinden mezun olarak çalışmakta olan gençlerimiz, milliyetçi, vatansever, tertemiz vatan evlatları olarak vazife görmektedirler.”
Ahmet Morgil -Rize Milletvekili

Kars'ın düşlerini içinde barındıran bahar çiçekleri dört bir yani süslerken pencereden mis kokulu papatyaların, şebboyların, nergis, leylak, kardelen ve dağ lallerinin ve tabi kî kandil çiçeklerinin kokusu enstitüdeki penceresinde  yayıldı etrafa... Bu günlerde öylesine mutlu olurduk ki masalsı hikayelerin orta yerinde bir figür gibi hissederdim kendimi... Tek üzüntüm Zühre'ye duyduğum tarifi imkansız özlemdi...

İlkbahar rüyasının ortasında müzik dersimizde hiç unutmam bir gün Nazım'ın Salkım Söğüt plağını dinlemiştik. Bu serbest okuma saatinde, isteyen öğrencilere müzik öğretmenleri tarafından mandolin, keman, akordeon, bağlama dersleri de veriliyordu. O hiç unutmam bir gün Âşık Veysel çıkagelmişti... O, Köy Enstitülerini gezer, saz hevesi vermek için enstitülerde belli bir süre dururdu. Bir gün başka bir yere gitmeden önce, Çevreyi gezelim, dediler. Mualla Eyüboğlu var, Ferit Oğuzbayır var, epeyce kalabalığız. Bir gün önceden erzak hazırlandı, söğüşler yapıldı, kumanyalar alındı, arabaya dolduruldu. Ertesi sabah Âşık Veysel'le Küçük Veysel, erzak arabasına bindiler, dağın eteğinden gidecekler, biz İdris Dağı'nın yamaçlarından gideceğiz. Böyle yola çıktık. Çok kalabalıktık. Mualla Hanımın yanından hiç ayrılmadığım için biliyorum, karlara basarak gidiyoruz. Dağı aştık, Dereşik köyüne vardık, Dereşik köyünde hafif bir yamaç var, ondan sonra köy görünüyor. Oraya vardık. Tonguç da var başımızda. Yaya yürüyor. İşte köyü gezdi arkadaşlarımız, öğlen oldu, yemek zamanı geldi fakat erzak arabası gelmedi. Bekliyoruz, gelmez. Bir de haber geldi ki arabanın dingili kırılmış, araba devrilmiş. Hemen bir ekip çıktı, Âşık'ı aldılar, getirdiler. Ama Âşık Veysel'in suratı asık, sanki yağmur yağacak gibi, bulutlar aşağı inmiş hava kararmış gibi, canı sıkılıyor. Epeyce dinlendikten sonra Âşık, yanındaki Hidayet Gülen'e, Eline kağıdı kalemi al, dedi, kalemi kağıdı aldı, yaz bakayım, dedi.
"Ben gidersem,
sazım sen kal dünyada
gizli sırlarımı aşikâr etme
lal olsun dillerin söyletme yâre diyerek Sazım türküsünü yazdırdı.
İşte bu meşhur şiirin sözleri böyle yazıldı.
Yurtta Karslı Abdullah Özyurt bürgün enstitü günlerinden önce köyde şöyle bir anlayış olduğunu anlatmaya başladı:
"Öküzün başındaki dünyadan ibaretti yaşamımız... Bir gün evimizin damına fasulye ayıklıyorduk, ay ışığı vardı. Komşu kadınlar da var. Bir ara ay ışığı karardı, silah sesleri duyuldu. Aya eşkiyalar inmiş, kurtaracağız, diye silahlar patladı, tenekeler çalındı, ezanlar okundu. Sadece bunlar değil. Mesela zelzele oldu, Gördünüz mü az oldu çünkü sarı öküz ayağını değiştirdi. Ya başını sallasaydı Allah muhafaza, derlerdi. Biz bunları yüklediler. Sadece bunları değil, mesela cuma günü temizlik yapılacak, Örümceklere dokunamazsın kutsal hayvandır, evini bozamazsın, temizlik yapamazsın! Bir hastan olsa, benim kardeşim vardı, kurşun döke döke öldürdüler. Gece dışarı çıkarsan, horoz ötmeden çıkamazsın; çünkü horoz ötmeden çıkarsan kapısının eşiğinden geçtiğin herhangi bir evde şeytanlar vardır, üzerine basarsan çarpılır kalırsın..." diyerek sözlerini tamamladı. Yurttaki  sessizlik cehaletin acı karanlığının bir kesitinden farksızdı... Bu enstitüler bu karanlığı delip aydınlığa ulaşmak için sadece bir adımdı...

Ertesi gün enstitü Müdürü Halit Ağaoğlu Bey okulun önünde Milli Eğitim Bakanı Hasan Ali Yücel in su bildirisini yüksek sesle okumaya başladı :
İmamlara karşı öğretmen Biz köylere, İstiklal Mücadelesinden itibaren sosyal hayatımızda yaptığımız büyük devrimleri götürecek adam yetiştirmek isteriz. Çünkü ümmet devrinin böyle bir adamı vardır. Bu imamdır. İmam, çocuk doğduğu vakit kulağına ezan okuyarak, büyüyüp ihtiyarlayıp vefat ettiği vakit mezarının başında telkin verip bağırarak doğumdan ölümüne kadar bu cemiyetin manen hakimidir. Bu manevi hakimiyet maddi tarafa da intikal ediyordu; çünkü, hasta olduğu vakit de sual mercii o oluyordu. Ona cevap veriyordu. Biz bunun yerine devrimci düşüncenin adamını köye göndermeyi isteriz. İmam nasıl doğarken ezan, vefatında telkin ile doğuştan ölümüne kadar elinde tuttuğu küçük toplumun hakimi ise, önderi ise, bizimki de bir taraftan maddi, diğer taraftan manevi köyün imamı olsun. Ve imam nasıl onun çocuğunu okutuyorsa (Elif den başlayıp Amme Tebareke ye kadar) bizimki de onun çocuğunu okutsun. Çocuğunu okutmak için bu otoriteyi elde etmesi lazımdır; düşüncemiz bu idi. dedi ve ardından sınıflarımıza dagıldık....

Anadolu, bin yıllık uykusundan uyanmaya yüz tutmuştu. Bu uyanışın en güzel örneği İnönü'ye,1942 yılında ziyaret ettiği Cilavuz Köy Enstitüsünde, konuştuğu bir kız öğrenci yaşattı. Paşa sokuluyor kızın yanına, Kızım çantanda ne var görebilir miyiz? diyor. Görebilirsiniz paşam, diyor kız. Çantasından bir çeyrek köfte ekmek ve bir de Antigone adlı, klasiklerden yeni çıkmış bir kitap çıkarıyor. İnönü yanındakilere dönüyor, Görüyor musunuz? diyor, Köy Enstitülerinde kitap, ekmekle bir tutuluyor. Ne zaman Türkiye'de erinden generaline, sade vatandaşından cumhurbaşkanına kadar herkes ekmekle kitabı azığıyla bir araya getirebilirse Türkiye'nin kalkınması daha gerçekçi olacak. Tam bağımsızlık o zaman gerçekleşmiş olacak. İşte Köy Enstitüleri bunun yolunu açıyor: Köy Enstitüleri...
Nitekim bir süre sonra okul yapmayan köyler cezalandırıldı. Okul yapımını tavsatan valiler, bizzat Cumhurbaşkanı İnönü tarafından radyoda halka şikayet edildi. Köylerden Ankara'ya doğru bir muhalefet rüzgarı eser olmuş, CHP içinde de itirazlar başlamıştı. Köylüyü bu kadar sıkıştırmayalım, diyenlere Milli Şef, Her köyde cami yok mu? diye soruyordu camiler nasıl yapıldıysa, okul da öyle yapılacak dedi...
Sabah yedi buçuktan sonra da serbest okuma saati başlıyordu. Her enstitünün büyük bir kütüphanesi vardı ve Hasan Ali Yücel'in çevirisini yaptırdığı klasikler burada bulunabiliyordu. Her öğrenci bir yıl içinde 25 klasik eseri okumak zorundaydı. İhsan Güvenç Remzi Kitabevi'nin yayımladığı elli kuruşluk Garptan Seçme Eserler dizisi artık bizim ellerimizdeydi. Maksim Gorki 'nin Benim Üniversitelerim, Şolohov'un Uyandırılmış Toprak, Tolstoy'un Harp ve Sulh, Zola'nın Meyhane, Germinal'ini okuyorduk... Her dersi seviyordum ama bu okuma saatlerinin yeri bende çok başkaydı....

1 kişi beğendi ·
Yazarın diğer paylaşımları;
Sözümoki Mutlaka Bilinmesi Gerekenler
Özene bezene yaptığın faaliyet?
X

Daha iyi hizmet verebilmek için sistem içerisinde çerezler (cookies) kullanmaktayız. "Çerez Politikamız" sayfasından daha detaylı bilgilere erişebilirsin.

Anladım, daha iyisini yapmaya devam edin.