Cümleye “bizim zamanımızda” şeklinde bir ifade ile başlamak istiyorum. Çünkü bir 90’lar çocuğuyum. İyi ki de o zamanların çocuğu olmuşum diyorum şimdiki nesile baktıkça… Evet, bizim zamanımızda her şey öyle güzel,öyle doğaldı ki, o günleri bütün renkleri ile anlatmaya kalksam ne sayfalar yeter ne de vakit. O yüzden en çok hatırımda kalan yaşantılarımdan bahsedeceğim… 90’lar çocukluğu deyince ilk akla gelen şey kuşkusuz sokak oyunları ve mavi renkli ilkokul önlüklerimiz olur. İlkokul eğitimim boyunca,her yıl farklı bir önlüğüm olmuştu. Ya ablam diker ya da annem yenisini alırdı. Üzerine çeşit çeşit taktığımız beyaz yakalarımız, göğsümüzün üzerindeki minik cebin içinde itina ile ütülenip yerleştirilmiş bembeyaz mendillerimiz olurdu. O mendiller boşuna koyulmuyordu o ceplere. Her pazartesi günü öğretmenimizin sınıfa girdiğinde ilk yaptığı şey, selamlaşmadan sonra tırnak kontrolü idi. Önce mendillerimizi masanın üzerine çıkarır, ardından ellerimizi mendilin üzerine koyardık. Geleneksel hale gelen Pazar günü banyosunu yapmamış olanlar çekinerek, temiz olanlar büyük bir gururla uzatırdı ellerini masaya. Giydiğimiz çoraplar her daim tertemiz, saçlarımızı en renkli tokalar ile süslerdi hep annelerimiz… Şimdiye kadar hep görsel anılardan bahsettim.”Hiç o günleri anımsatan bir koku yok muydu?” diyecek olursanız elbette var. Beslenme çantalarımızı açtığımızda birbirleriyle harmanlanmış muhteşem patates, yumurta ve zeytin kokusu… O zaman havlu peçeteler,ıslak mendiller yoktu. Deterjan kokulu havlularımızı çıkarır masaya serer, üzerine yiyeceklerimizi koyardık. (Gerçi benim velilerimden hala bu geleneği sürdüren güzel insanlar var.) Beslenmemiz bitince bir tarafı ıslak, bir tarafı kuru olan el örgüsü bezlerimiz ile elimizi ağzımızı güzelce silerdik… O zamanlar birinci hamur A4 kağıtları, bilgisayar, fotokopi, çıktı makineleri de yoktu. Nasıl yazıldığını hatırlayamadığım ama ispirto ile yazıldığını çok iyi hatırladığım, mor renkli sınav kağıtlarımız vardı. Kağıdın ve ispirtonun karışımından meydana gelen o sınav kağıdı kokusu da unutulmazlar arasında yerini almıştır. Ve tabiki arı maya desenli pembe silginin o muhteşem kokusu...
Okuldan çıktığımız gibi eve gelip derslerimizi yaptıktan hemen sonra sokağa oynamaya çıkardık. Ah o sokakların dili olsa da neler yaşadığımızı bir anlatsa… Evimizin yakınında 4 adet demir salıncağımız vardı. Ama biz tabiki de başında en az 14 kişi toplanırdık. Hava şartları ne olursa olsun her durumda sallanmayı başarmışızdır. Su biriken çukurlara taş koyar yine de salıncak keyfimizi sonuna kadar yaşardık. Kimi zaman sıra kavgası olurdu onun da çözümünü bulurduk. İki salıncağın arasına uzunca bir tahta koyar, aynı anda 5-6 kişi sallanmanın zevkini,neşesini yaşardık. Tabiki dilimizden düşmeyen o cıvıl cıvıl 90’lar pop şarkıları… Saklambaç, can, yakar top, evcilik, ip atlama ve daha birçok oyunlar oynanırdı mahallemizde. Mahallemizin bakkalı, dondurmacısı, hafta sonları gelen pamuk şekercisi ve daha niceleri… Eve en geç girilmesi gereken saat akşam ezanı vaktiydi. Biraz geç kalındığında anneler babalar bize seslenmeye başlardı. Güneş Terezi bayırlarının arkasına saklanır, evlerden yemek kokuları yayılır, mahallemizin imamı “Allahu Ekber!” demeye başlar ve biz koşarak evlerimize dağılırdık. Eve giderken bile hala oynamaya devam ederdik. Birbirimize dokunarak “Akşam ebesi!” derdik. Biz çocukluğumuzu tam da “çocuk” gibi geçirirdik… Ve gelelim 2000’li nesillere… 2000’ler yine bir nebze bize yakındı da 2010’lar çocukları maalesef çocukluklarından çok uzaklar. Teknolojinin bize faydası olduğu kadar zararları da bir o kadar fazla. Çocuk daha doğduğu andan itibaren fotojenik olmak zorunda. Çünkü artık “doğum fotoğrafçılığı” diye bir anlayış var. Yine bizim zamanımızda diyeceğim, içerisinde 24-36 pozluk film olan fotoğraf makineleri vardı. Fotoğrafı çekinirdik, nasıl çıktığımızı çok merak ederdik. 36 pozun dolmasını haftalarca belki aylarca beklemek zorundaydık. Foto Şahin’den fotoğraflarımızın gelmesini büyük heyecanla beklerdik. Şimdi öyle mi! Akıllı telefonlar ile anında görüntü alınıp nasıl çıktığını anında görüyorsun. Nerde kaldı fotoğraf çekinmenin heyecanı, bekleyişi, mutluluğu… Bebekler daha birkaç aylıkken cep telefonunu keşfediyor. Emzik verince susan çocuklar, cep telefonu ile susturulmaya çalışılıyor.
Tabletler,bilgisayarlar, çocukların en büyük tutkuları oldu. Bizler TRT1’de birkaç çizgi film, Adam Olacak Çocuk, Susam Sokağı gibi programları izleyebilmek için hafta sonunu iple çekerdik. Şimdi ise çeşit çeşit her saat yayın yapan çizgi film kanalları… Durum böyle olunca da sokaktan, oyunlardan, oyuncaklardan uzak, teknoloji bağımlısı bir nesil çıktı ortaya. Bu konuda tartışmasız en faydalı olan şey; mesleğim olan okul öncesi eğitimdir. Sınıfta eğitimin yanında 0-6 çocuğu için en önemli şey olan oyun öğretiyoruz öğrencilerimize. Parmak oyunları, halka oyunları, grup oyunları, bahçe oyunları, geleneksel Türk oyunları ve daha niceleri… Bu yüzden çocuklarımızı en az bir yıl süreyle bir okul öncesi kurumuna göndermeliyiz. En değerli varlıklarımız evlatlarımıza teknolojinin faydası kadar, hem bedenen hem ruhen zararları olduğu bilinciyle yetiştirmeliyiz…