Çoruh'un bin yılık akışının gizeminde seni gönlümde saklarım...
Ebubekir Kuri -Zuhrenameye Ağıt
"Biz cahil dediğimiz zaman, mektepte okumamış olanları kastetmiyoruz. Kastettiğimiz ilim, hakikati bilmektir. Yoksa okumuş olanlardan en büyük cahiller çıktığı gibi, hiç okumak bilmeyenlerden de hakikati gören gerçek alimler çıkabilir."
Gazi Mustafa Kemal Atatürk
Çamlıbel’de bir gül açsa,
Uykuları kaçar Bolu Beyi’nin.
Çünkü kırmızıdır gül,
Toprağın ve halkın uyanışına benzer.
Bir değil, bin gül açıyordu Anadolu’da, Ekmeği ikiye bölsen, Aydınlık sesi duyuluyordu halkın. Köyleri tutmuştu aşkın ve terin hünerleri.
Bir oldular da Bolu Beyleri Kapattılar Enstitüleri…
Mehmet Başaran
Zühre ile sohbet ettiğimiz nadir günlerde enstitü arkadaşları bir arkadaşı diğerine şöyle demişti:
Köy Enstitülerinden nasıl haberin oldu Sühandan? O da bu soruyu şöyle cevapladı :
-Onların kendilerine özgü giysisi vardı. Gri bir giysi… Gökbağlı bir arkadaşım var. Ağabeyi eğitmenmiş. Her şeyden haberi olduğu için kardeşini Arifiye Köy Enstitüsü’ne yerleştirmiş. Köye gelmiş. Köyde Derebaşı dediğimiz bir yer var. Orada ben onu o giysisinin içinde gördüm. İçim çok ısındı. Bir de duyumlarımız var. Zeki Baştürk’ün babası yakın köyde eğitmendi. 1946’da görev başındaydı.
1946 yılında, tek partili sistemin sonunda yaklaşan seçimleri yitirme kaygısındaki CHP içinden muhalif milletvekillerinin başını çektiği bir grubun, örgütlü gayretleri ile Köy Enstitüleri hırpalanmaya ve özünden uzaklaşacak değişimlere başladı. 1946'da Demokrat Parti'nin (DP) meclise girmesiyle Köy Enstitüleri iyice tartışılmaya, artık açıkça saldırılmaya başlandı.
5 Ağustos 1946'da İsmet İnönü, Hasan Ali Yücel'in yerine Milli Eğitim Bakanlığı'na Reşat Şemsettin Sirer'i getirerek kendi kurduğu Köy Enstitüleri kadrolarını dağıtmaya başladı. Gerici bir kafaya sahip Sirer, bakanlığa gelir gelmez Tonguç'u görevden alarak kadrosunu dağıttı ve Köy Enstitülerinin kolunu kanadını kırdı. Zühre sözlerini şöyle sürdürdü:
-Öğretmen adaylarına sağlık kolu başta olmak üzere tarım ve teknik alanda verilen ek dallar kapatıldı. Okuma saatleri kaldırılarak okuma etkinlikleri kısıtlandı. Karma eğitime son verilerek kız öğrenciler Kızılçullu ve Beşikdüzü Köy Enstitülerinde toplandı ve bu nedenle kız öğrenci sayısı da düştü. Bu okullara, geleneksel okuldan yana müdür ve öğretmenler atandı. Köy okullarının toprakla, üretim araçlarıyla donatılmasından vazgeçildi; verilenler de geri alındı. Enstitülerin köylerle ve öğretmenlerle ilişkileri zayıflatıldı. Yaşam dolu kurumlar dört duvar arasına hapsedildi...
Köyde son günlerde Çerkez Hatip dayı hemen her gün kahveye geliyor ve ilginç hikayeler anlatıyordu... Bu hikayelerden birini dinleme şansım olmuştu... Bu hikayemde "Cariyelerden bahsedeceğim" dedi:
"Cariyeler, Kafkasya’nın güzel kırlarına, dere kenarlarına meyve toplamak için çıkanlardan insan avcısı heriflerin çaldıkları veya evlenme vaadiyle kaçırdıkları kızlar, yahut da bir istikbal ümidiyle İstanbul’a gelip satılmayı kendileri arzu eden kızlardır. Bir kısmı da zenginlerin tarlalarında ve evlerinde kullandıkları köle ve cariyelerinin birbirleriyle evlendirilmesinden doğan çocuklardandır ki bunlar da efendilerinin esiresi olduğundan satılmışlardır.
Bu kızları esirci Çerkeşler İstanbul’a getirmiş ve çoğu İstanbullu olan esirci kadınlar vasıtasıyla konaklara sattırılmıştır. Bazen de bunlar arasında asıl ve zengin kızlar da bulunur ki, , bunların satılmalarının başlıca sebebi, asıl bir kızın kendinden aşağısı ile evlenmesi pek çirkin görüldüğünden gönlünün arzusuna karşı gelerek o mahrumiyetle memleketini terk etmiş olmasıdır. Bu kızlar da diğerleriyle beraber müşteriye görünürler, kendini beğendiği yere sattırırlar. Başlarındaki, kenarı küçük salkımlarla süslü ve tas gibi gümüş serpuşla asırlarca evvel bir esriyeyı; göğsü ve kolları düğmeli, kenarı sırma şeritli entarileri ve kemerleri zenginliklerini, tavırları da asaletlerini gösterir.
Bu Çerkeş kızlarından biri bizim ev halkının dikkatini çekmişti. Cariyeler etrafını aldılar. Kendi dilleriyle konuşuyorlardı. Bunların arasına karışan hemşirem:
- Ne kadar güzel kız..
Dedi. Kız, Türkçe güzelin manasını öğrenmiş:
- Güzellik, dedi, insanı bahtiyar etmez. Ben o kadar güzel değilim ama, çirkin olmadığıma 'da şükrediyorum.
Hizmetini yapacağım hanımım, huzuruna çıktıkça benden sıkılmazsa memnun olurum.
Tercümanlığı cariyeler yapıyordu.
Hemşirem:
- Ortalık hizmeti için ona yazık.
Dedi. Cariye:
-Yo...k, diye karşıladı; odalıklığı kabul etmem. Ben, saraya satılıp padişahın haremine hizmet etmek için geldim. Kabil değil başka yerde durmam. Bundan evvelki konağa da, buraya da İstanbul hanımlarını ve evlerini görmek için geldim. Neden sonra sarayda beni görünce sevinmiş ve yanıma koşmuştu. Satılığa gelen cariyeler arasında asîl, zengin, fakir, güzel, çirkin her türlüsü bulunurdu. Güzelliğine, vücudunun intizamına ve yaşma göre fiyatları olurdu. Kızın bir dişi noksan olursa bedelinden bin kuruş düşülürdü. ^ Şayet başı ayaz, gözü şaşı, boydan kesik ise yine fiyatından düşerlerdi. Eğer tabanı düzse uğursuz addedilir ve alınmaz, yahut güç satılırdı. Çocuklular dâyelik (sütnine, taya) için çocuğu ile beraber alınır ve çocuğu hariçte ücretle diğer bir sütnineye verilip büyüyünce de sütkardeş nazariyle bakılırdı. Bu süt kardeşin imtiyazı ve mevkii olurdu. O da esirse de satmayı düşünen hemen yok gibiydi. Tayalar hayli kıymetli idiler. Fakat seyyib (dul) cariye, bâkirin yarısından daha az bedelle satılırdı.Cariyeyi, satın alınmadan evvel bir gece müşterinin hanesinde bırakmak âdetti. Eğer cariyenin uykusu ağırsa veya horlarsa fiyatından düşülürdü. Cariyelerin ücretleri doktor ve ebe muayenesinden geçtikten sonra ödenirdi." Hatip dayı bir aralık çayından bur yudum içti ve devam etti :
"Esirci kadın hem tüccardan, hem de müşteriden tellâliye alırdı.
Esirci kadın, hanıma bindir dil döker:
- Uğurlu kademli olsun, Allah can pekliği versin. Güçlü, kuvvetli kız, yesin, içsin bakın daha ne olur, tepe tepe kullanırsınız.. Yâ hanımefendiciğim!Ben size hiç fena esir getirir miyim, kadınım.. Biz, müşterisine göre bülbülü serçe, serçeyi bülbül ederiz. Allem ettim, kail em ettim, gül gibi kızı çürüttüm, kıl ayıpsız, levent gibi esiri size ucuz cacık alıverdim. Pazara çıkarsan bundan fazla para eder, ya efendizâde! Hizmeti de ateş gibidir. Eğer beğenmezseniz ben ne güne duruyorum, onu size çabucak satıveririm. Hem de ateş bahasına sürerim. Böyle esiri kapan kapanadır. Bunların sürüsüne kıran girmedi ya... Sürüsüne bereket. Elimi sallasam ellisi, başımı , sallasam başı tellisi. İşim ne efendizâdem! Beğendirinceye kadar taşırım. Biz de sayenizde geçineceğiz hanımım. Diye sokak yazıcılarının matbu mektupları gibi hâtırasında kalmış bir sürü lüzumsuz ve manasız lâfları tekrarlar durur ve sonra da:
-Allah bin bin bereket versin kadınım.
Der ve çıkar. Eski kalfalara:
- Şu acemi kızın ötesini beri edin,
hanımefendinin gözüne sokun.
Tavsiyesini, kıza da - Türkçe bilmiyorsa -işaretle:
- Bak seni ne iyi kapıya sattım. Çalış, adam ol. Eğer hoşnut olmazsan kapı Allah kapısıdır. Başka konak yok değil ya. .
Demekten de geri kalmaz’ Esirciler pek fettan, pek aldatıcı, pek menfur mahluklardır.
Cariyeler üç sınıfa ayrılmışlardır:
Hizmet halayığı: Büyücek ve orta güzellikte olanlardır. Bunların çirkin ve endamsızlarına Molada derler, ucuzdurlar.
Ticaret için alınanlardır. Yaşça küçük, mütenasip, büyüdükçe güzelleşeceği anlaşılanlardır. Odalıklardır. On beş ile yirmi yaş arasında ve güzeldir.
Satın alacak erkek, kızın göğsünü ve kollarıyla dizlerine kadar bacaklarını muayene edebilir. Bu kızlardan bilerek ortak üstüne gidenler vardır. Bunlardan ahlâk ve insaf sahibi olanlar, esirciye veya müşterisine "Evli olup olmadığını "sorar. Evli ise çekinir, "Aldatılırsa kaçacağını" söyler. Cariyeler, Avrupalıların zannettikleri gibi pek bedbaht değildirler. Yiyecekleri, giyecekleri hanımlarınınkine yakındır. Her suretle iyi muamele görürler. Sert efendilere tesadüf eder de memnun olmazlarsa diğer birine satılmasını teklif ederler. Arzuları yerine getirilmezse kaçarlar ve kendilerini sattırırlar. Kaçarken evden hiçbir şey çalmazlar, yalnız bohçacıklarına bir takım çamaşır koyarlar. Kaçtıklarına alâmet olarak da ya çıktığı kapıya veya aştığı duvarın yanına terliklerini bırakırlar. Kimin yanına sığındılarsa gelip sahiplerine haber verirler dedi."
Aslında bu tip hikayeleri anlatmadaki amacı, birkaç yıldır gündemden düşmeyen enstitülere giden kızların eğitimini bir şekilde baltalamak olmalıydı. Onları tekrar hareme gitmeleri için kamuoyu oluşturmaktı... Şu masum kızları kötü siyasi emellerine alet etmekten hiç mi hiç çekinmiyorlardı... Oysa o pırıl pırıl kızlar geleceğin birer öğretmeni, doktoru, mühendisi, eczacı, avukatı, hemşiresi, başbakanı ve hatta Cumhurbaşkanı olacaktı... Bozkırın ortasında susuz çöller misaliydi önceleri köylerimiz... Ama ya şimdi. Öyle güzel hikayeler yazılıyor ki kaç kitap alır bunları kelime kelime... Şiirler okunuyor, müzikler duyuluyor Anadolu'nun unutulmuş bağrında... Kandil çiçeklerinin rüyasında etrafımızı hiç bitmeyen bir ilkbahar yaşıyorduk...
Zühre'nin köyde bulunduğu zamanlarda bir mektup daha yazdım... Onu sevdiğimi, onun bana hediye ettiği nakışlı mendili gibi bir bir kendi kelamımca ifade ettim... Senin şu güzelliğin dağların ardından hiç bitmeyecek bir türkü olur derinden derine...Gözlerine şiirler yazarım uykusuz dolunay gecelerinde... Sonra binyılın Çoruh'a seni fısıldarım içten içe... O akar ben senin güzelliğini anlatırım nefesim yettiğince... O akar kulaklarım eski bir türkünün naif sözleriyle çakır keyif olur... O akar binyılın acı hikayeleri özet geçer gibi olur... O akar seni düşününce güller açıverir baktığım her yerde... Senin nereye baktığını böylece anlarım... Yüreğime bir ferahlık dolar...