"Köy enstitüleri, Kemalist devrimin ürünüdür. Orada verilen eğitim, sadece içerik olarak değil biçim olarak da Demokratik kültürün yerleşmesine büyük katkı yapmıştır. Zaten Kemalist eğitimin amacı belliydi. Amaç, "ümmet" anlayışına sahip bir topluma Ulus bilinci kazandırmak, kulu yurttaşa dönüştürmekti."
Ahmet Taner Kışlalı
Kemalizm, Laiklik ve Demokrasi
Enstitüde yaz tatili için verilen 30 günlük sürenin bitimine bir hafta kalmıştı...Bu bir haftalık surenin bir diğer anlamı da gönlümün saklı incisi olan Zühre'den yine ayrılacak olmamdı .Bir düşün ortasında uyanmak gibi bir şey bu... Yaz yağmurunun bereketli taneleri susuzluktan kurudu kuruyacak masum çiçeklerin sessiz çığlığına yetişmişti...Yaz ortasında kimi zaman böyle yağışlar ilkbahara hasret çiçekleri uykudan uyandırıverir ve bir düş mevsimini andıran günleri yaşatırdı gören gözlere... Doğa yeniden uyandırdı adeta... Yağan yağmur dağların saklı güzelliklerini bir bir ortaya dökerdi... Dağlar tepeler çiçeğe durur ve sevda türküsü dolanırdı dilime... Sonra Zühre için güzel çiçeklerden bir demet yapmaya koyulurdum... Ama çiçekleri koparmaya da kıyamazdım. Böyle zamanlarda imdadına hep altın notu yetiştirdi... Zühre çok ama çok severdi... Şu dünyada bir tek bu çiçek kalsa ona hediye verebilmek için yine de onu mutlu etmeye değerdi... Sebebini bir türlü çözemediğim Zühre ile altın otu asasındaki bu bağ bana kadim bir dostluğun yegane nişanesi gibi gelmeye başlamıştı... Benimle hırçın Çoruh arasındaki kadim bağ gibiydi sanırım bu...
Enstitüye gitmeme bir hafta var ve ben gollükteki pirinç haşatına az bir zaman kala sıtmaya yakalandım. Ziver, Mahmut Harun, Mahmut ve tüm sevdiğim arkadaşlarım ziyaretime gelmişlerdi... Aslında enstitüye başladıktan sonra pek arkadaşım yok sanıyordum ki bu kanımda Gani Ağa ve avenesinin payı bulunmuyor değildi...
"İki gün ağır hasta olarak yattın oğul" dedem ve nenemi değimiyle... Küçükken de sıtma olmuştum lakin bu beni daha çok etkiledi... O iki günlük zamanın ilk günlerinde orta mahalleye Bursa'dan gelen Şerafettin Mercan dedeyi arayıp bulmuş dedem... Bu dede Bursa'da uzun yıllar hocalık yapmıştı... Belki iyi gelir diye haber vermişler. O da gelip kuranı kerimden ayetler okudu ve ardından da dua etti... Ben onu hayal meyal hatırlıyorum. Yüzünde ve bembeyaz sakallarında bir nur vardi sanki. Bir de" Tilmiz" demişti bir süre. Tilmiz Tilmiz Tilmiz...Diline pelesenk olmuştu bu söz... Neden bana bu şekilde hitap ediyor anlayamadım...
Güneş ışıklara tepelere düştüğü bir Cuma sabahı kendimi iyi hissetmeye başladım... Dedem sabah namazını kılmak için uyanmış ve bu arada da bana bakmıştı bir süre... Yatağımdan doğrulduğumu görünce telaşla ne olduğunu sormuştu dedem... "Bu gün çok iyiyim dede, kendimi biraz iyi hissediyorum... "Dedemin yüzündeki tatlı mutluluğun tarifi o an için yoktu yada ben öyle düşünüyordum... Sabah namazını kıldım ve ardından dua ettim. Pencereyesin önünde cıvıldaşan kuşların sevinç yumağı odanın içinde duyuluyordu...Şafak söküyor köy ile doğa da yeniden uyandığını haber veriyordu...Gökyüzünde bu an için tek bulut yok... Gökyüzüne bu zamanlar her baktığımda Zühre'ye duyduğum derin aşk geliyor. Özlüyorum onu her an. Seviyorum onun her halini...Sonra gözlerimi kapatıyorum. İsimsiz düşlerimin kahramanı Zühre yıldızı başucumda belirirdi. Bu ne kadar sürer ne kadar devam ederdi bilmiyorum ama bildiğim tek şey Zühre yıldızı ile birlikte Zühre de geliverirdi başucuma... Tatlı gülüşüyle bilmediğim hikayeler anlatır ben de onu dinlemeye bayılırdım...
Şerafettin Mercan dedenin kahveye nadiren uğruyordu. Bu gün de öyle bir gün diye düşünmüştüm yoksa eskimiş sandalye de oturmazdı... Ben de kahveye uğramadan Taşköprü'ye gitmeye koyuldum... Adımlarım sıklaştıkça Çoruh öfkesini yenemeyen bir adam hırçınlığındaki sesini dağa gür istiyordum... Nihayet Taşköprü'ye geldiğim vakit durdum... Durduğum vakit arkamdan ayak seslerini hiç mi hiç işitmediğim ama şu an tam yanımda duran Şerafettin Mercan dedemin geldiğini gördüm... "Selam un Aleykum Tilmiz. İyi aksamlar..."
" Ve Aleykum selam dede" dedim... Bakışlarına bakılırsa bana bir şey söyleyecekti ama bunun doğru zaman mi olduğunu düşünüyor gibiydi. Veyahut ben öyle hissetmiştim... Bir şey söylemeden Taşköprü'den bu kez yavaş adımlarla yürümeye başladı. Yürüyüşü bana tanıdık bir kişiyi çağrıştırıyordu ama kim olduğunu bir türlü hatırlayamıyordum...
Enstitüye çok özlediğimi taş köprüden büyüleyici güzellikteki dolunayın göründüğü günlerde anladım... Çünkü ilk senemde uçsuz bucaksız Kars'ın platosunda da dolunayın seyretmiştim... O an içimden ne geçirdiğimi çok iyi hatırlıyorum... muhakkak ki iyi dileklerim olmuştur... Ama şimdi Zühre'den sanki şuradaymış gibi ayrılıyorum...Ayrılık provasını Taşköprü'de yapacağım hiç aklıma gelmezdi... Dolunay, yıldızlar, karanlıkta devasa görülen yalnız tepeler, uykuya haset gözler, aşıkların sevda türküleri, ağlayan bebeklerin acı çığlıkları, hal hatır sormayan hayırsız evlatların bed kahkahaları, kumarbazlar, serkeşler, müptezeller, katırcılar, kaçakçılar, helal ekmek için kömür ocağında çalışanlar, uykuyu unutan fırıncılar... daha sayamadığım onca kişiyi Allah'ın eseri olan şu gece bağrında tutuyordu...
Bugün Şerafettin Mercan dedeyi kahve önünde bir şeyler konuşurken görmüştüm... Muhakkak bir şey var diye iç geçirdim...Gün çekilip geceye kavuşunca dedemin kitaplığında kitapları karıştırırken dedemin geldiğini gördüm. Divana oturdu ve söze başladı:
-Biricik torunum Tahir. Ciğerparem ve ümidim... Bugün Şerafettin ile konuştum. Cilavuz'da enstitüyü bırakıp bu yıl açılacak İmam Hatip okuluna gitmenin daha hayırlı olacağını dile getirdi... Sen de diğerlerinde olmayan bir ışık görmüş dedi. Bir süre sustum... Geceye söyleyecek çok sözüm vardı anlaşılan...Hasta olduğumda Şerafettin Mercan dedenin başucumda sürekli Tilmiz demesinin nedenin şimdi daha iyi anlıyordum... Sonraki günlerde de bir şeyler söylemek için peşimde gelip sonra sessizce ayrılmasının hikmetini şimdi daha iyi anlıyordum...