Dağların tepelerin sivri ucu gibiydi Ajda'nın direği sızlayan burnu. Çehresindeki çillere inat resim gibi parlak ve lekesizdi o acıyı hisseden burnu..Ağlıyordu gözlerinin çukurundan akan yaşlara aldırmamacasına,dökmeye çalışarak içindeki tüm o kötü anın izlerini. O tuz tadında akan yaşlar incecik,konuşurken sanki ağzının içine dolacakmış gibi görüntü veren dudaklarında gene tuzlu tatlar bırakıyordu. Savrulan saçlarını toparlamaya çalışırken Ajda, sağa sola savrulan hayatını da bu denli hızla toparlayamayacağını düşünüyordu. Öyle ya, kayıp bomboş kalmak demekti. Tıpkı az önce önünden geçen arabaya baktığı gibi gözleri de bomboş bakıyordu artık etrafa. Derin kuyulardan su çıkartırcasına bakan ferahlatan gözlerinin manzarası artık çaresiz ve boştu. Gözlerinden yol alıp dudaklarından geçen ve en son çenesinden akmakta olan yaşları yerlere bırakmak istemezmiş gibi elinin tersiyle çenesine teselli veriyordu Ajda. En son hıçkırığını o kaldırımda bırakmıştı ve birden doğruldu. Ayağa kalkıp omzundaki yükleri bir bir kaldırım taşına bırakarak nefesini düzeltti ardından dedi ki 'Bu da geçecek' Öyle ya geçmeyen tek şey ölümdü. Yaşıyorsa geçirmek zorundaydı. Gözleri uzaklara bakarak, narin vücudunu tam karşıya yöneltip, elleri cebinde o kaldırımdan yola koyuldu. Saat kaçtı? Bu yol nereye çıkardı? Evi neresiydi artık? Aklındaki soruların hepsi bir bilinmeze doğru Ajda ile beraber yola çıktılar.