Alacakaranlık vakti pencerenin önünde duruyor, aşağıyı izliyordu. Deniz, iskelenin yosunlu eteğine kara halini çırpmaktaydı. Sonra karşıya baktı. Göz hizasına… Griye çalan bulutların önünde, koca bir dağ uzanıyordu. Yürürse, bir saate tepe noktasına ulaşacak kadar yakın gelmişti. Tepenin üzerinde oyalanan gözünü tekrar denize kaydırdı. Kokusunu almak için derin bir nefes çekti. Koku gelmedi. Tekrar bir nefes… Yok. Yine… Hayır. Gelmedi. Son bir kez daha… Derin derin… Ve yine yok.
Bu kez aklına izin verip, odaklanmadan denedi. Başı dönmekteyken derince bir nefes daha. Ve eski bir koku ilişti burnuna, hem ölüm gibi hem de güzeldi. Heyecanlanıp dudaklarına dokundu. Ancak, hatıralarında bulduğu geniz yakan anıyı, bir anda savuşturarak, kaşlarını kaldırdı. Kurumuş dudaklarını fark edip, pütürlü ve sert yüzeyinde parmakları dolanırken “Su” dedi. “İçersem nemlenir.” O anda içinde yanma hissetti. Göğüs kafesiyle kasıkları arasında bir yol vardı, yangın orada başlamıştı. Giderek büyümesinden korkup pencerenin açık camından kafasını çıkardı. Kokusuz ama nemli olan soğuk havayı hızlıca içine çekti. İyi gelmesini beklerken, alevler daha da körüklendi. Havasız ateş olmazdı. Nefes alış verişini durdurdu. Bu kez de terlemeye başladı. Elini alnına götürdü. Boncuk boncuk… Boyuna doğru birleşe birleşe gelen damlaların örgütünü bozmak için omzuyla kafasını birleştirmek, onları silmek istedi. Kafasını sağa çevirdiği sırada, pencerenin duvara yaslanmış camından yansımasını gördü. Gördüğüyle, gözleri - bir baykuşunkiler gibi- donuk kalmışken nefesini bırakıvermişti. Kollarını uzattı, titreyen ellerini gördü. Kafasını eğip bedenine baktı. Göğsüne, penisine, bacaklarına… Çıplaktı… Çıplak, savunmasız ve şaşkın…
Kafasını kaldırdı “Su! ” dedi tekrar. Pencereye arkasını dönüp, yıllardır içinde olduğu odayı ilk kez gördü. Upuzun, bomboş… Ne bir dolap vardı ne de yatak. Yalnızca duvarlar, duvarları da kaplayan bordo kağıtlar bulunuyordu. Sanki daha önce kağıdın varlığından bir habermiş gibi dokunmak isterken aklı gitti geldi. Nasıl girdiğini ve bu pencereye kadar gelip de, uzunluğuna rağmen odayı neden hatırlamadığını düşünmeye, çalışmaya çalıştı. Düşüncelerine çomak olan bir nesne belirdi odanın içinde. Gözlerini kısıp incelemeye çalışırken bir yandan yürümeyi seçti. Nereden geldiği belli olmayan ışık hüzmesinin çarpmasıyla nesne ortaya çıktı. Küçük tahta bir masa, üzerinde de koca bir bardak dolusu su vardı. “Su"diye bağırdı. İşte tam o an alevler tekar nefes almaya başladı. İçinde kahkahalar kopuyor, bir dans pistindeki dansçılar gibi zıplıyorlardı. O ise masaya doğru attığı her adımda daha da terliyordu. Vardığı anda” Su “ diye haykırarak bardağı eline alıp ağzına götürdü. Dudakları kavradığı sırada; bir el girdi göğüs kafesinden içeri, tek tek parmaklarıyla kavradığı ruhunun her bir zerresini, geriye doğru çekti. O yavaş yavaş havada süzülürken, bardak yerdeki tahtalarla buluşup bin parçaya ayrıldı. Yolunu bulan su ise evin başka bir bölümüne sürüldü. Ama o kendini yine aynı pencere önünde buldu.
Aynı dağa aynı denize baktı. Havayı süzdü burnu. Buram buram yanık kokuyordu. Eli siper oldu kokuya karşı. Pencereden hala bakınırken, denizin dalgalarını vurduğu duvarın üzerinde bir ışık gördü. Kıpır kıpır hareket eden sarı bir ışık. Hayır hayır, bu alevdi. Ama yanık kokusu daha yakından geliyordu. Hemen arkasına döndü. Boş oda artık o kadar da boş değildi. Yerde boylu boyunca uzanmış çıplak bir beden yatıyordu. Ürperti sardı etrafını. Neden geldiği duymadığını sorguladı. "Ya da hep oradaydı da neden görmedim? ” dedi. O bunları düşünürken sırtından soğuk soğuk terlemeye başladı. Tam beline ulaştığı sırada huylandı. Sağ elini istemsizce attı oraya ve soğuk, metal bir şey hissetti. Ne olduğunu anlamadı başta. Eli hala belindeyken düşündü : Neydi o? Önceden evliydi. Bir yüzük olabilir miydi? Elini yavaşça göz hizasına getirdi. Evet, yüzüktü.
Diğer elini burnundan çekip yüzüğe dokunduğunda ciğerleri yanık kokusuyla tutkulu bir ilişkiye adım attı . Yüzüğe gelince, çok zarifti. Bir hikaye anlatır gibi, altının üzerinde iki damat oyuntusu vardı. Pahalıydı da. Ama o kokuya odaklanmak için dikkatini topladı.
İki elini yana salmış, burnunu dikip derin derin soluyordu. Gözü bir yandan yerdeki bedendeydi. Kim olduğunu anlamıyordu. Ama içinden bir ses kokuyu takip etmesini söylüyordu. Bedeni biraz geçince koku azalmaya başlıyordu. Anladı ki; yanan bir şey yoktu, sadece üzerine sinmiş kokuydu bu. Yavaş ve temkinli bir şekilde yaklaştı, odanın karanlığından doğru düzgün bir şey göremiyordu. İyice yanına sokulmak zorunda kalınca gördüklerine inanamayıp geri kaçtı. Yerde yatan kendisiydi.
Daha da çok terlemeye başladı. Neler olduğunu anlayamıyordu. Korkusu utanmasa vücut bulacaktı. Derin derin nefes alıp vererek kendini sakinleştirmeye çalıştı. Tekrar yaklaştı bedene. Dokunmak istedi.“Ölü müyüm ben?"dedi
Acaba ölü müydü? Kafasının yanında bir zarf vardı. Eline aldığında onun bir mektup olduğunu düşündü. Okusa ayıp olmazdı herhalde. Bulunduğu ev kime ait bilmiyordu ama burada ondan ve ” kendinden “ başkası yoktu. Zarfı açıp kağıdı çıkardı, okuması için ışık lazımdı. Hüzmeyi hatırladı. Uzun odanın bitiminde, hala orada duruyordu. Artık masa ortalıkta yoktu. Koşarcasına gidip kağıdı okudu "Sana lazım olan bedenin içinde. Onu parçala ve kilide ulaş.” “Kilitli miyim?” dedi, kilitli miydi? Ama demek istenene uyarak harekete geçti. Bu onu korkutsa da yapacaktı.
Kendine doğru yürüdü. Kafasından, elleriyle parçalamak geçiyordu. Ama onun yerine, mektubun olduğu yerde artık bir neşter vardı. Gördüğü anda soğuk alete elini atıp aldı. İki parmağı arasında tutup inceledi. Yüz ifadesi yoktu, mimikleri silinmişti adeta. Bir elini bedenin göğüs kafesine yerleştirdi, diğer eliyle neşteri canlandırdı. Uzunca bir çizgi çekti. Derisi kuru mısırın patlaması gibi ayrıldı.
Yaptığını izledi, kendini kesmişti. Peki, kesik olan yerde kan olurdu değil mi? Burada neden yoktu? Sonra düşündü. “Beni kan tutar, iyi ki kanamadı” dedi. Yüzündeki siliklik devam ediyordu. Ardından küçükçe bir nefeste boğulmaya başladı. Öksürük… Öksürük… Yanık kokusu artmıştı. Eli tekrar burnuna siper oldu. Hızla bedenin yanından kalkıp pencereye gitti. Ciğerlerini tazelemek istemişti. Öksürük… Derin nefes… Öksürük…Nefes… Nefes… Bunları yaşarken arkasında bıraktığı alevler pencereden gelen havayla büyümüştü.
Kokunun yayıldığını fark ederek hızla arkasına döndü. Artık o beden için bir şey yapamazdı, külleşmesini izlemekten başka. Ateş öyle narin narin sevdi ki yerdeki kendisini, kimi zaman çığlığı basmak istese de, mimiksiz kaldı. Çok geçmeden alevler söndü. Beden, baş kollar ve bacaklar olarak kalmıştı. Elleri yanmış etlerin arasına saldırıp anahtarı aradı. Külleri eşelerken karanlığı delip, parlayan bir şey gördü.
“İşte buldum seni!” dedi. Üzerine yapışmış küllerle avucuna koydu, üfleyerek temizledi. Beklediği sıradan bir anahtardı ama karşısına çıkan garip oyukluğu olan bir metaldi.
Evirdi çevirdi “Bu nereye takılacak?” diyerek baktı. İyi görebilmek için yine ışık hüzmesine ilerledi. Tam o sırada yine bir el girdi göğüs kafesinden içeri. Ruhunu kavrayıp pencerenin önüne bıraktı.
Dağa baktı, denize baktı. Bu kez bir de elindeki yüzükle tamamlanan anahtarla baktı. Oyuklar ve çıkıntılar, bir biri içine girmiş mutluydular. “Çıkış var mı bu dünyadan?” dedi. Kafasını esen soğuk ve nemli rüzgarla kaldırdı. İskeleye baktı, duvarın üzerine oturup, ayaklarını denize doğru sarkıtmış, pencereye bakıp, elinde yanmakta olan sarı ışığı sallayan bir adam vardı. (?) Sonra ayağa kalkıp elindekini yere bıraktı. Denizin hırçın dalgalarının kollarına atladı.
Pencerede duran adamın içi bir anda hop etti. Gidip kurtarma istemiyle, elindeki altın renkliye baktı. Arkasını pencereye dönüp hızla odanın -aslında ezbere bildiği- kapısına ilerledi. Artık oda küçülmüştü ve tamamen doluydu. Yatak, kapıyla pencere arasındaki boşlukta, duvara yaslı başlığı ve her iki tarafında da birer komodinle duruyordu. Kapının tam yanında başlayan uzun duvarda aynalı bir dolap vardı. Yatağın karşısındaysa en sevdiği tablo. Boş oda içinde minik bir masa ve üzerinde de su…
Kapıya gelince anahtara gerek duymadan kolu çevirip açtı.
Koşa koşa merdivenlerden inip iskeleye ulaşıncaya kadar duraksamadı. Vardığındaysa ışığın kaynağının bir fener olduğunu gördü, eğildi aldı. Kararmış denize doğru “Geri Dön. Beni bırakma” diye bağırırken elindekiyle denizi aydınlatmaya çalışıyordu.
Ağlayarak dizlerinin üzerine çöktü. Kendine engel olma gibi bir niyeti olmadığından ağlamaları bağırışla karışmıştı. Daha sonra bir ışık hüzmesi yükseldi denizden. Göğüs kafesinden içeri bu kez iki el girdi. Sol el sağ eldeki yüzüğü çıkarıp adamın kalbine astı, ardından sessizce rüzgara karışıp günü doğurdu. Adamsa hala yanmakta olan feneri alıp kokusunu içine çeke çeke pencereye döndü.