Sabahtan beri içeride oturmaktan sıkılmıştı, patlayacaktı sıkıntıdan. Saatlerdir bilgisayarının başında pineklemesine, sürekli ekranı yenilemesine rağmen günlerdir beklediği e-posta bugün de gelmemişti. İçeride daha fazla durmak istemedi, balkona çıkmak iyi gelebilirdi.
En fazla on metrekare olan bu oda, bu civarda bulabildiği en uygun fiyatlı otel odasıydı. Sigaradan sararmış duvarları, eskimiş mobilyaları, gıcırdayan yatağı ve yatağın karşısında yer alan otuzyedi ekran televizyonu ile, tam bir viraneydi. İşten ayrıldıktan sonraki kalan parası ancak buna yetmişti. Üç aydır işsizdi, tüm çabasına rağmen hiçbir yer başvurusunu kabul etmemişti. Bu lanet olası şehirde, tek başına oluşu yetmiyor gibi bir de meteliksiz kalmıştı! Parasının iyice azaldığını farkettiğinde, bir arkadaşından borç istemeye niyetlenmişti aslında, ama namussuz herif, bilgisayarına göz koymuştu. Batan geminin malı misali, üç kuruşa kapacaktı aklı sıra!
“Lanet olsun, Allah kahretsin!” dedi yanaklarından süzülen yaşları farketmeden. Balkonun kapısını açtı, beton zemine yalınayak basar basmaz ürperdi. “En azından zemin serin, içerisi tam bir fırın.” diye geçirdi içinden. Sağolsun otel idaresi, müşterileri oturup kilo almasınlar diye sandalye falan koymamıştı balkona. Duvara yaslandı, derin bir nefes aldı. Paralar suyunu çekmeye başladığından beri, sigara da içemez olmuştu. Aslında bu durumdan çok da rahatsız değildi, son bir haftadır öksürüğü iyiden iyiye azalmıştı. Ama işte, ara sıra canı da istemiyor değildi hani.
Yirmi altı yaşındaydı. Hayat çok zordu, özellikle de son dört yıldır. Ailesini o lanet trafik kazasında kaybettiğinden beri, tek tüfek dolanıyordu bu gri renkli şehirde. Ailesinden kalan borçlar nedeniyle reddi miras yapmak zorunda kalınca, okulunu son senesinde bırakmış ve kendi ayakları üzerinde durmaya çalışmaya başlamıştı. Çabalıyordu ama, hayat da oldukça acımasızdı. Her işi ters gidiyordu. Ayda yılda bir aldığı çeviri işlerinden üç beş bir şeyler ancak kazanabiliyordu. Son işinin ücretini ise halen alamamıştı; adamlar her gün vereceğiz diyorlardı, bizden gelecek e-postayı bekle diyorlardı ama besbelli onu oyalıyorlardı! Bugün de gelen giden olmamıştı. İşte, cebindeki son beş lirasıyla ortalıkta kalakalmıştı! Yaşamaya takati kalmadığını hissediyordu bir iki gündür. Bu haliyle bu hayatı daha ne kadar sürdürebilirdi ki? Televizyonda denk geldiği intihar haberleri yankılanmaya devam ediyordu zihninde, kumandanın kapama tuşuna bastıktan çok sonraları bile.
Balkondan etrafı seyrederken, karşıdaki binaya takıldı gözleri. Dört katlı, sıvaları dökülmüş, her katta tek dairesi var gibi duran yaşlı bir binaydı burası. Her katta birer tane de balkon vardı. En alttaki dairenin balkonunda yıkık dökük eşyalar vardı. Duvara yaslanmış tahta parçaları, hemen onların önünde eski bir tahta masa ve süngerlerini yitirmiş, paslanmış metalleriyle ortada kalmış bir sandalye. Hemen üstündeki balkon ise kapalıydı, boydan boya camlarla kaplıydı. Camların kirli oluşları buradan bile belli oluyordu. Bir üst kata kaydı gözleri. Üçüncü katın balkonu tam karşısındaydı. En üst katı ise göremiyordu, yukarıda kalıyordu orası. Tekrar üçüncü katın balkonuna baktı. Burası diğerlerinden çok farklıydı! Balkon demirleri, pespembe çiçeklerle kaplıydı. Bu kadarla da kalmıyordu güzelliği, balkonun içerisinde, eski gibi duran ama oldukça rahat gözüken bir hasır sandalye ve onun yanında beyaz bir plastik masa vardı. Balkonun iki yanında, boyları neredeyse bir metreyi bulan, her yanlarından yaprak fışkıran iki bitki vardı. Begonvil mi oluyordu bular, pek emin değildi. Bitkilere kafa yormayı bırakalı uzun zaman olmuştu. Eskiden öyle miydi? Her doğum gününde babası bir çiçekle gelirdi eve. Tıpki her evlilik yıldönümlerinde annesi için olduğu gibi. Hiç aksatmazdı, o günlerde, akşam babasının eve gelişini dört gözle beklerdi. Beklerdi ki, çiçeğini ellerine alabilsin. Burnunu çekti ve yanaklarındaki yaşları sildi.
Karşı balkonu incelemeyi sürdürdü. Bir yandan da düşünüyordu. Karşı evde yaşayanlar… Böyle bir semtte yaşadıkları halde, hele de böyle bir binada, nasıl bu kadar hayat dolu kalabilmişlerdi? Bu yaşama sevgisini nereden buluyorlardı? Yıllardır ona türlü ızdıraplar çektirmek için vargücüyle çabalayan bu hayat, onlara gelince yumuşak yüzünü mü gösteriyordu?
Üniversite yıllarında okuduğu bir kitap geldi aklına; bir arkadaşı tavsiye etmişti. Bir bilgenin hayat tavsiyelerinin yer aldığı bir kitaptı bu. O zamanlar böyle şeyler ilgisini çekmezdi. Hangi bilge hangi arabasını satmış, kim nasıl sıfırdan nerelere gelmiş, teknoloji devinin kurucu patronu gençlere hangi tavsiyelerde bulunmuş? Umrunda bile olmazdı. Ama arkadaşını kırmamak adına, okumayı kabul etmişti kitabı, gerçi yalnızca bir kısmını okuduğu halde “Hepsini okudum elbet, çok güzeldi, teşekkürler” diye bir yalan uydurmuştu ya, neyse. Ne diyordu kitapta? “Hayat, hangi çevrede yaşadığınızla değil, hangi çevrede yaşamak istediğinizle alakalıdır.” ve ekliyordu: “Eğer insan gerçekten isterse, her şeyi yapabilir!”
Gözlerini açtı. “Çiçekler!” diyordu, “Çiçekleri seviyordum ben! Ben böyle değildim! Bu hayat benim, ve başka bir tane daha yok!”
Balkondan içeri geçti, ayakkabılarını giydi. Bir yandan cebindeki beş lirasını kontrol ederken, bir yandan da kendine sordu: “En yakın çiçekçi nerede acaba?”