Hayatın sıkıcı gerçeklerinden kaçıp sığınabildiğim bir kalemim vardı, pusulamı kaybettiğimde bana yön gösteren, puslu gecelerde ışık olup bana umut veren. Süslü kelimleri severdim hep.
Şaşalı cümlelerle süslediğim iç dünyam, hayallerimin esiri olur, beni en bilinmez diyarlara bir anka kuşunun sırtında gönderirdi.
Bir türlü son veremezdim ama, başıboş ormanlara.
Diktiğim ağaçlar bir türlü uzanamazdı göklere; belki de ihtiyaçları olan üç sihirli fasulyeydi onların.
Belki de sonu gelmesi için bir şehir gerekti ormanlarıma, sınır olacak benim dünyama.
Ama işte sorun orada başlıyordu, ben sınırla yapamıyordum. Ne şehir istiyordum kendime, ülkelere esir olan, ne de dünya istiyordum, insanlara mahkum olan.
Benim gözüm, galaksinin en uzak yıldızındaydı. Ulaşılmaz ve imkansız olandaydı. Belki de o yüzden, bitmiyordu yazdıklarım. Belki de o yüzden, en fazla yirmi sayfadan sonra bırakıyordum yazılanları...
Göklere sığınmayı denediğimde kuşlar kovdu, yeryüzüne düştüğümde toprak beni itti, denize gittiğimde yem oldum balıklara ve beni kabul eden tek şey kağıtlar oldu. Ben ise onları bile doldurmayı beceremedim.
İlk önce kelimeler uçtu gitti. Ardından kalemimin ucu bitti. Kağıdım uçan rüzgarda kayboldu ve ben çırılçıplak kaldım, insanların acımasız bakışlarının ortasında...
Ve her şeyin sonunda yapmam gereken şeyin acı ağırlığı omuzlarımda... Yeniden başlamam gerektiğini biliyorum. Yeniden yazmam gerek. Ben yeniden yaşamalıyım.
Ama sorun şu. Beni anlatan en güzel cümle bu,
Celladımın nefesini ensemde hissetmek gibi yaşamaya devam etmek.