ağlama işleminden sağ çıkamamış hatalı bi çözüm gibi hissediyorum kendimi bu sabah da. beni anlamanı yine ummuyorum. ya da okumanı, artık.
beni ağrıttığın ve dolu dizgin ağlattığın gecelerde dinlediğim bi müziğe rastlıyorum seslendirilmiş bir şiirin fonunda. aslında canım yanmıyor, yani, nasıl anlatsam… o müziği o zamanlar dinlerken yaşadığım sancıyı anımsadığımda bi buruşuyor yüzüm, o zamanlarki vaziyetim gözümün önüne geldiğinde kendime acıyorum. bi de hafif bi burun sızısı ekleniyor buna. ardından ayaklarım üşüyor, aklım üşüyor, soluğum üşüyor, ağzım üşüyor. ne biçim bi mevsim böyle bu yokluğun. kış bile üşüyor.
sen mutlu olabiliyorsun, ben mutlu olabiliyorum ama biz mutlu olamıyoruz. tek başımıza üstesinden geliyoruz hayatın. ya da en azından ben tek başımayım. senin bir dayanağın var, sevdiğin bir adam var. ben senden sonra sahiden bi kadını sevecek oldum. ilk kez bi kadının kapısını sabah yatağımdan kalktığım vaziyette, pijamalarımla ve ev botlarımla, saçım başım darmadağınıkken çalıp “seni sevmeye geldim” demek istedim. onu sevmeye gitmek istedim işte. o pek müsaade etmedi. durdum, yerimde sayıyorum. ne sevebiliyorum, ne vazgeçebiliyorum onu sevme arzusundan. bazen ona senden söz ediyorum. pek umursamıyor gibi. ya da konuyu savuşturuyor sırf ben üzülmeyeyim diye. henüz çözemedim davranışlarını.
sen yeniden aşık olup yeniden başkasının kokusunu soluyabiliyorken ben neden birilerinin hayatlarından ve kalplerinden en fazla teğet geçebiliyorum, anlamış değilim. belki de yaralı bir ruhla uğraşmayı zaman kaybı olarak gören insanlar benim gibi baştan başa yara olmuş bir kadına dönüp bakmaya tenezzül dahi etmiyorlardır. kim bilir.
düş kırıklığını düşe kalka hala daha öğrenmekle meşgulüm. kendime yetmeye çalışmakla, kendimi tamamlama çabasıyla meşgulüm. kuyruğu kopan kertenkelenin yenilenmesi gibi bir şey bu bahsettiğim. benden alıp götürdüklerini yeniden yerine koyma uğraşı bendeki. yıllarımı seninle tükettiğim için benden alıp götürdüklerin de bir o kadar fazla. tamamlanmak yine bir o kadar uzun sürüyor. kendime dönüp baktığımda fazlasıyla eksik bi kadınım. ayrılığı ölesiye yudumlamış, esrik bi kadınım. geçmişi kesik kesitlerden oluşsa da insana “keşke kendimi birçok kez öldürebilsem” dedirtecek kadar sağlam acılar bütünü olan, bugünü en az geçmişi kadar eskimiş, eksileri artılarını sollayacak kadar çok olan, hatıraların keskin tadı genzine tıkanmış, yokuş çıkmaktan usanmış, gözü kapalı bi şekilde bir sürü hayatı zayi edecek potansiyele sahip olacak kadar hatakâr olmaktan uslanmamış, şurasına koca göğü sığdırmış, stresin kafatasına baskı yaptığı anlarda hıncını dudaklarından alıp her milimini kanatana dek kemirmiş, migreni yokluğunla özdeşleştirmiş bir adamım. beni çok ağlattın. bunu da ranzanın tavanına kazı.
bir zamanlar beni terk ettiğin bi tarih vardı, ne güzeldi. bana ayazın ortası olan tarih benim dışımda milyonlarca insana yaz başıydı. elbette bu durumun coğrafi konumla ilgisi yok. her neyse. şimdilerde her sene tüm gün uyuyup, gün içinde şayet gözlerimi aralarsam sıkı sıkı yumup, yokmuş gibi davranacağım bir gün yok. geldin, yine sever gibi yaptın ve gittin. gittiğin gün bu kez öyle belirsizdi ki. veda etmene ben bile müsaade etmedim. sustun, susman ilk kez umurumda değildi. ama böyle belli bir tarih olmayınca sanki senenin her günü “bu gün mü gitmişti, beni sevmekten bu gün mü vazgeçmişti acaba” diyecek oluyor insan. bu yüzden sanırım bir türlü sıyrılamadığım bu buhranlı ruh hali. her gün yeniden benden vazgeçiyorsun. bu benim aptalca ritüellerimden yalnızca birisi.
beni bir daha sevmeyeceksin, seni bir daha sevmeyeceğim. bu öyle “ne yazık ki” bir durum değil. durum şu ki; sen beni sevmekten vazgeçmişsen zaten “bir daha” sevme, lüzumu yok. bana gelince, ben seni hala severken, üzgünüm “bir daha” sevemem.