O yok artık. Bu da yok artık. Yaşama gücümü bulduğum insanlar yok hayatımda. Senden almalıydım yaşama isteğini. Sen var mısın, yok musun belli değil.
Ailemin içinde pinpon topu gibi bir o tarafa bir bu tarafa atıldım. Mesela defter lzım olurdu okulda, annem “babandan iste” derdi, babama giderdim “annenden iste” cevabını alırdım. Babam ortak kazanılan paraların tamamını çekip çekip ailesine hibe edince defalarca, eve de masraf yapmaktan kaçıp onu da anneme yüklemeye çalışınca annem de ihtiyacım olduğunda mümkün mertebe babama paslıyordu beni. Top dediğin de paslanır ama zaten, napcaklardı ki başka? Vitrine koyacak halleri yoktu ya. Top dediğin bi o tarafa bi bu tarafa atılır. Neyse neyse, konuya dönüyorum. Her ne kadar böyle zorluklar olmuş olsa da ihtiyaçlarımın temini konusunda, bir şekilde ihtiyaçlarım her zaman karşılandı. Annemle babamın tek ortak noktasıydı sanırım bu.
“Biz köyde büyüdük, okuyamadık. İşçi olduk. Sen bizim gibi ezilme. Oku, bizim gibi işçi olacağına tahsilli ol, yöneten ol.” dediler her zaman. Oyuncaklarım diğer çocuklarınkilerden daha kalitesiz ve az değildi. Kıyafetlerim de öyle. Asla beni o anlamda başkalarına karşı mahçup etmediler. Ama kendi aralarında çözülmek bilmeyen, bitmez bir dava vardı. Maddiyat! Siktiğimin, amına koymak istediğimin maddiyatı! Bok gibi var bende, dağıtiim ihtiyaç sahiplerine, yeter ki sevin beni! Para dediğin şey sevemiyo..
Neyse dağıldı konu yine, toparliim. Benim büyüdüğüm evde hep hır gür vardı. Para hep vardı, uğruna hep kavgalar verildi, ama yine de hep vardı. Maddi anlamda ve maddesel anlamda asla bir şeyin eksikliğini yaşamadım. Doğumgünü hediyelerim olmadı belki, ama orada da eksik olan maddesel bir şey değildi, maneviyattı.
Velhasıl, evdeki hır gür beni ailemin yanından alıp akrabaların kucağına savurdu. On dördüncü yaşımın ikinci ayında üç tel beyaz saça sahiptim artık. Babama yansımış olsaydı yaşadıklarım, ciddi tepkileri olurdu muhakkak. Ama annem her zaman her konuda “aman o öyle demesin, ama bu böyle yapmasın” diyen bir kadındı, hala da öyledir. Empati kraliçesi kendisi. Hep biz kendimizi başkalarına göre programlamalıydık. Asla kendi haklı olduğu tarafı veya bizim haklı olduğumuz tarafları görüp ağırlığını koymadı. Anneanne denilen vahşi cadı beni senelerce evde aç bırakırken bile sesi çıkmadı. “Sen benim gönderdiğim parayla benim çocuğumu nasıl aç bırakırsın” diye sormadı asla. Ona göre başka çare yoktu, ya “al o zaman çocuğunu ben bakmıyorum” derlerse napardı? Oysaki paraya boğulmak suretiyle şahsımın bakımını üstlenen yaratıklar tepki görmüş olsalardı “ya kızını bizden alırsa ve gürül gürül akan su kesilirse nolur” diye düşünüp benim bakımımı üstlenmek için savaş verirlerdi muhtmelen.
Neyse kıçımı yırtarak savaştım ben o insan müsveddeleriyle. İlk sene de üniversiteyi kazanıp gittim yanlarından. Yine de tatillerde memlekete gelen ailem sebebiyle o domuzların yanında bulunmak zorunda kalıyordum. Üniversitedeki son senemdi artık, Balıkesir'e gitmiştik hep beraber. Bal kadar tatlı olan kavunları doldurup döndük Denizli'ye. Sofraya iki tane kavun kesildi ve kondu. Biri teyzenin saman tadında olan kavunu, diğeri benim getirdiğim tatlı kavun. Herkes yumuldu hapur hupur yiyor. Anneanne denilen çirkefin sağ tarafında oturuyorum. Bana yarı sırtını dönerek ve dirseğini geniş açıda açarak benim kavunumu paylaştırıyor. Teyzemin piçlerine “yiyin yavrum” diyor, abla denilen kişiye de diyor, teyzeye de… Bir benim yememe engel oluyor. Orada kopuor artık kıyamet. Hadi o zamana kadar kendi malını yedirmedi bana, ama benim malımı bana yedirmemek artık haddi aşmak dicem de, yok yaptığı her şey zaten haddi aşmaktı ama bu artık insanlık dışılığın en tepe noktasıydı. Ama artık ben daha güçlüydüm. Artık ayrı bir evimiz vardı memleketimizde. Onlara gitmesek de olurdu. Neyse kopardım bütün bağları bu olaydan sonra.
Ee ne anlattım ben şimdiye kadar? Maddi şeyler konusunda hiç eksiğim olmadı, hep manevi tarafım doldurulmayı bekledi. Ne oldu peki? Ben kıçımı yırttım, iyi kötü bi üniversite bitirdim. İstanbul'u hiç bilmeden, neye benzediği knusunda fikrim bile olmadan atladım geldim bu şehre. Bindim otobüse “beni merkezi bir yerde indirin” dedim ve indirildiğim yerde ev aramaya başladım. Buldum ve tuttum. Elimdeki parayla (annemin parası tabii) sikindirik bir koltuk takımı ve yatakodası takımı aldım. Aylarca üç tane plastik bardaktan (hani şu damacanaların yanında olan tiplerden) içtim suyumu, aynı malzemeden mamul üç adet tabakta yedim yemeğimi. Yıka yıka kullan. Haa çatal bıçak falan da yoktu evimde, onlar da piknik tipi plastik çatal kaşık ve bıçaklardı. Para kaldıkça cebimde hayatımı değiştirdim. Önce oturduğum semtten taşındım. Sonra üç kuruşa aldığım o koltuk takımı kırılınca yeni bir takım aldım. Sehpa aldım zamanla, halı aldım.. Onun haricinde milletin çöpüyle geçindim. Milletin sokağa attığı eski tv ünitelerini veya dolap artık ne deniyorsa, onları sürükleye sürükleye evime taşıdım. Her odamda ayrı bir perde var. Neden? Çünkü her biri bir başkasının artığı, çöpü! …Derken arabamı aldım. Maddi anlamda git gide güçlendim. Çok ihtiyacım varmış gibi. Tamam para güzel bi şey, ne kadar bol, o kadar keyifli. Ama yeterli değil işte. Ben dişimle tırnağımla kazıyarak kendime bir hayat kurmuşum, tek başıma ev kirası ödeyip, araba sahibi olmuşum. Elime para geçtikçe standartlarımı da yavaş yavaş yükseltiyorum. Hayatıma sevgili diye soktuğum kişi beni itin götüne sokma derdinde. Yok varoşmuş, yok dağmış, yok burda ayılar yaşarmış vs. Tamam kabul İstanbul'un seçkin semtlerinden birinde yaşamıyor olabilirim ama, ileride o standarda ulaşabilmek için şu anda bu standartlarda yaşamam gerekiyordu. Kaldı ki Beylikdüzü de İstanbul'un en nezih varoşudur muhtemelen!
Hayata tutunmak konusunda tek enerji kaynağım olarak sevgililerimi gördüm ben. Ailemi seçme şansım yoktu neticede, kimsenin yok zaten. Arkadaş dediğin bir yere kadar. Ne kalıyıyor geriye en yakın olarak? Sevgili! Zirvesini yaşattın bana mutluluğun sevgilim. Herhalde kimse senin kadar iyi anlayamaz bir kadın ruhunu, kimse senin kadar iyi bilemez bu kadar doğru yaklaşmayı. En önemli varlık sevgi oldu benim için hep. O yüzden hep onu vermeyi ve almayı istedim. Boğuldun, sıkıldın benden. Beni çıkardığın o yüksek irtifada ansızın bırakıverdin. Hala yaşam konusunda en önemli enerji kaynağım sensin, ama trafoda sigortalar atıyor devamlı. Elektrikler neredeyse hep kesik, mum ışığında idare etmeye çalışıyorum belki bir gün yine enerji verirsin bana diye. Ama gücüm kalmadı artık. Gerçekten tükeniyorum. Hayatımın hiçbir döneminde bu kadar uzun süreli istememiştim hayatıma son vermeyi. Yaşamak işkenceden ibaret benim için artık sanki. Zor duruyorum ayakta. Az kaldı sanki nihayete ermeme.
Annem ise babama karşı mücadele verirken kendisi için en önemli dersi aldı. Bir insan kendi ayakları üzerinde durmalı, maddi olarak kimseye muhtaç olmamalıydı güçlü olabilmek için. Şimdilerde ise en büyük derdi malulen emekli olabilmek. Ben dersimi aldım anne. Ne dilediğine dikkat etmeli insan. Hatta bence hiçbir şey dilememeli.. Bir sevgilim olsun istemiştim çeşitli özelliklere sahip olan.. Muhtemelen kırk tane madde içeriyordu hayalimdeki erkek. Ama bakire değildim. Bana “ya ileride sevdiğin erkek bekaretini sorun ederse” diyenler oldu. “Haah!! Öyle bir zihniyeti benim sevmem, öyle birine benim aşık olmam imkansız!” dedim hep. Hayalini kurduğum kişi çıktı karşıma. Aklımdan ve kalbimden geçirdiğim her maddeyi barındırıyordu kendisinde. Ama en büyük sorunumuz benim bakire olmayışım oldu. Ne sorunlar yaşadım, ne kadar kötü günler geçirdim o zamanlar.. Neyse, sevilmeyi ve cinselliğe dair ne varsa yaşamayı bıraktık, o sorunu çözdük bir şekilde. O günden önce olmasa da o günden sonra rahibe gibi yaşamaya başadım. Ama dilemeyi unuttuğum bir konu daha vardı; sorumluluk sahibi olsun ve beni taşıyabilsin dememiştim ben kendimce mükemmel erkeğin hayalini kurarken. Karşı tarafın sorumsuzluğunu da sorumluluk olarak sırtıma almak artık güç ve gereksiz geldiğinde o ilişkim de bitti. Sonra dedim ki “Allah'ım, işine düşkün, çalışmayı seven, sorumluluğunu bilen bir sevgilim olsun!”. Ben hep diyorum. Allah beni seviyor. Sevgilim gerçekten işine çok bağlı, inanılmaz sorumlu bir adam. Ama malesef kendisi sadece bundan ibaret. İşi dışında önem verdiği bir şey yok. Varsa da işi yoksa da işi.. Benim yüzümden iş performansı düşüyormuş. Verimli çalışmasına engel oluyormuşum.. Neyse ne diyorduk? Annemin bu aralar en büyük derdi malulen emekli olabilmek. Ben ölünce kesin malulen emekli olarak duruma gelirsin anne, hiçbir şey yapmana gerek yok. Sen sevgili, sen de istediğin kadar çalışırsın artık. Benim gücüm tükeniyor..
Hissediyorum, az kaldı...
********
Seninle savaşmak hayatla savaşmak kadar yorucu. Bikaç ay önceki savaşın aynısına girip canlı çıkabilecek kadar güçlü hissetmiyorum kendimi. Bir mucize olmazsa eğer, saçma diye tabir ettiğin rüyaların haricinde “gördüğüm çıktı” diyeceğin bir rüyan da olmuş olur. Hiç gücüm kalmadı…
Çaresizlik.. Anlamını bilmediğin o kelimenin anlamını öğreticem sana. Yaşattığımda sana çaresizliği anlayacaksın aslında o kelimenin ne kadar yüklü, ne kadar ağır olduğunu. Ota boka ne kadar boş yere kullandığını o zaman anlayacaksın.. İşte o zamandan itibaren çaresizliğini hep yaşamaya devam edeceksin.. Bir daha hiç çıkmayacak aklından. Unutursun ya silmek istediklerini hafızandan, unutamayacaksın bunu…
Senin yerinde olsam mucizelere inanıp gerçekleşmesi için dua ederdim...