Yeni doğan çocukları sütannelere vermek, Kureyş ve sair Arap eşrafı arasında geçerli bir âdet idi. Bunun nedeni de kadınların kocalarıyla daha rahat meşgul olmaları ve çocuklarının da kırlarda yaşayan Araplar içinde; özellikle havasının güzelliği, rutubetinin azlığı ve suyunun tatlılığı ile tanınan yerlerde yaşayan şerefli kabileler arasında sağlam vücutlu, sıkı etli ve cesaretli yetişmeleri; düzgün ve pürüzsüz Arapça konuşmayı öğrenmeleri içindi.
Özellikle göçebe Araplar dış etkilere fazla maruz kalmadıklarından dillerini, gelenek ve göreneklerini koruyabilmişlerdi. Bu nedenle onlar en güzel, en fasih Arapçayı konuşmaktaydılar.
Mekke iki dağ arasında olduğundan havası sıcak ve sıkıcıydı. Yeni doğmuş çocukların gürbüz ve sağlıklı büyüyebilmeleri için havası daha serin, daha güzel yerlere ihtiyaç duyuluyordu. Peygamberimizin bir sütanneye verilmesinin gerçek nedeni şüphesiz ki buydu.
Mekke ve Harem içinde oturan kabilelerden sütannesi olanlar her yıl iki defa yaz ve güz mevsimlerinde Mekke’ye gelerek yeni doğan çocukları ücretle emzirmek üzere alıp obalarına, kabilelerine götürürlerdi.
Bedevi kabilelerinin Mekke’ye gelerek emzirecek çocuk almaları olayını karşılıklı menfaate dayalı basit bir alış veriş olarak görmek son derece yanlıştır. Gerçekte çocukların sütannelere verilmesi olayı Araplar arasında sosyal ve ekonomik yönden çok büyük ve geniş etkilere sahiptir.
Önce şunu özellikle belirterek vurgulayalım ki çocuk sahibi kadınlar emzirecek çocuk almayı salt bir menfaat karşılığı yapmıyorlardı.
Cömertliğin en büyük meziyetlerden, faziletlerden sayıldığı bedeviler arasında küçük bir çocuğa ücret karşılığı süt vermek, bu bedeli kabul etmek çok büyük bir ayıp, kusur ve küçüklüktü.
Mekke de oturan Kureyşîlerden emzirecek çocuk alınması olayı gerçekte çok daha önemli başka nedenlere dayanıyordu.
Araplar arasında sütannesi, sütbabası, sütkardeşi olmak nesep gibi çok güçlü bağların oluşmasına neden olurdu. Bir sütkardeşin öz kardeşlerden, bir sütbabanın öz babadan farkı yoktu. Sütkardeşler öz kardeşler gibi düşünülür, öyle kabul olunurdu.
Bu nedenle oğulun, baba öldükten sonra üvey annesiyle evlenmesine izin veren Arap toplumu, sütkardeşlerin birbirleriyle evlenmeleri izin vermezdi.
Bu tür evlenmeler haram ve yasaktı. Süt çocuk olarak alınan çocuk artık o ailenin öz evladı sayılırdı. Bu yüzden bu çocuklar, süt aileleriyle gerçek aileler arasında kopmaz bağların oluşmasına vesile olmuşlardır.
Mekke’de oturan Kureyşîlerin önemli bir kısmı ticaretle uğraştıklarından zengindiler.
Bedeviler ise sadece hayvancılıkla uğraştıklarından fakirdiler. Süt aileliği nedeniyle oluşan bu bağlar özellikle fakir bedeviler için çok önemliydi.
Bu yolla zengin Kureyşîlerle sıhrî bağlar oluşturmak her bedevinin ulaşmak istediği gayelerinden biriydi. Çünkü zengin bir Kureyşi, güçlü bir müttefik, sırtlarını güvenle dayayacakları kavi bir dayanaktı. Bu yüzden kadınlar alacakları çocukların ailelerinin zengin ve güçlü olmalarını ar- zu ederlerdi.
Sütanneye verilmek, çocuklar içinde bazı olumlu gelişmelerin nedenlerindendi. Mekke’nin sıcak havası yeni doğmuş çocuklar için uygun değildi.
Bu havada çocuklar sık, sık hasta olurlar, Mekke vebası denilen bir humma hastalığına yakalanırlar, eğer uzaklaştırılmazlarsa genelde kısa zamanda ölürlerdi. Halbuki bedevilerin oturdukları, hayvanlarını otlattıkları yerler serin ve temiz havalıydılar.
Bedeviler havasını, suyunu beğenmedikleri bir yerden kolaylıkla ayrılıp, bir başka yere göç etme imkânına sahiptiler. Yaşantıları tam bir hareketlilik, canlılık içindeydi. Süt ailelerine verilen çocuklar bu yüzden sıkı etli, gürbüz ve sağlıklı olurlardı.
Bedevilerin dış dünya ile ilişkileri kısıtlı olduğundan bu gelenek ve göreneklerini, dilleri etkilenmemiş, değiştirmemiş, özünü korumuştu. Özellikle dilleri bozulmamış fasih bir Arapçaydı. Çocuklar süt aileleri olan bedevilerin yanında kalmakla en güzel, en doğru ve en fasih Arapçayı öğrenme imkânına kavuşurlardı.
Arapların çok azı okuyup yazabiliyordu ama güzel konuşma tüm Arapların çocuklarında görmek istedikleri üstün meziyetlerden birisiydi.
Fesahat ve belagat Araplar için çok önemliydi. İnsanların değeri güzel konuşma ile ölçülürdü.
Belagatin başı da şiirdi. Bu yüzden şairler Arapların sosyal hayatlarından çok önemli bir yere sahiptiler. Ailede bir şairin bulunması övünülecek bir olaydı. Çöllerde konuşulan fasih Arapça ise en güzel şiirler gibiydi.
Soyluluk ve özgürlük birbirlerinden ayrılmaz iki kavramdı. Bu nedenle göçebeler özgürlük konusunda son derece hassastılar. Özgürlüklerinden en küçük bir fedakârlığı dahi kabul etmezler, bu konuda her türlü özveriyi seve, seve göze alırlardı.
Çöldeki insan mekâna hükmettiğinin bilincindeydi.
Bu bilinç sayesinde zamanın üzerlerindeki baskısından kurtulabiliyorlardı. Çöl insanı bir yerden sıkılınca çadırını bozup bir başka yere gidebiliyordu.
Bir bakıma geçmiş zamana silebiliyor, kendini geleceğe açabiliyordu. Bu yüzden doğan her yeni gün onlar için yeni bir başlangıç, yeni bir ümit kaynağıydı.
Şehirli insan ise farkında değildi ama gerçekte şehirli olmanın getirdiği kurallarla çepeçevre kuşatılmışlardı. Bu kuralların sarıp sarmaladığı kocaman bir hapishanede yaşamaktaydılar. Sürekli olarak bir yere bağlı kalmak zorunda oluşları her şeylerini çürütüyor, özgürlük kavramını törpüleyip zayıflatıyordu. Bu nedenle şehirler insanların kişiliklerini yitirip bozulduğu, yok olma yerleriydi. Çünkü insanlar şehirlerde başka kişilerle temas etmek zorundaydılar. Bu yüzden birbirlerinden etkilenmeleri de kaçınılmazdı. Bu etkilenme ise atalarından nice yüzyıllardan beri gelmekte olan kişiliklerini bozuyordu.
Bedeviler aynı zamanda içinde yaşamak zorunda kal- dıkları çetin hayat şartları nedeniyle tam bir dayanışım içindeydiler. Kullandıkları bir kaç özel eşya dışında her şey ortak mülkiyet altındaydı. Bu nedenle aralarından kıskançlık, haset gibi duygular oluşmaz, menfaatle ilgili çatışmalar olmazdı. İşte çocuklar bu kabileler arasında büyümekle; paylaşımı, fedakârlığı, cömertliği ve doğru sözlülüğü öğrenmekteydiler.
Bedeviler arasında ortak mülkiyetin olması, bütün malların kabilenin ortak malı sayılması nedeniyle kişiler arasında menfaat çatışmaları oluşmaz, bu yüzden kimse, kimseye yalan söyleme gereğini duymazdı. Onlar için yalan söylemek bir kişilik zaafıydı ve insanları küçük düşüren, değerini azaltan çok kötü bir huydu.