“Issız bir adada yapayalnız yaşamak zorunda kalsanız hangi romanları yanınıza alıp götürürsünüz?” sorusu, bir zamanlar Fransa’da, anketçilerin pek hoşlandığı bir konuydu. Bu romanlar, soruşturmacılara göre, ya Fransız, ya da dünya edebiyatından alınırdı. Sorularını edebiyatın başka türlerine genişletenler de vardı. Andre Gide’in böyle bir ankete verdiği cevap hatırlardadır. Yazar, bu cevabı, On Fransız Romanı başlığı altında Incidences adındaki kitabında, bazı yazılarıyla birlikte sonradan yayımlamıştır. Bugün bile, böyle bir sorunun çekiciliğini kaybetmiş olduğunu sanmıyorum. Böylece, hem kimi yazarların beğenileri belirmiş, hem de unutulmaya yüz tutmuş bazı sağlam eserler yeniden değerlendirilmiş oluyordu. Ama bu sorunun ortaya koyduğu asıl gerçek, edebiyatın insan hayatındaki vazgeçilmez varlığıdır. Bana öyle geliyor ki, ıssız bir adada yaşamak zorunda kalan bir insana, “Yanınıza neler alıp götürürsünüz?” deseler, o insan erkekse, başta tıraş makinesi olmak üzere gece giyeceklerini, kadınsa, dudak boyası ile tuvaletlerini almayı herhalde düşünmez. Yaşamak için gerekli bir-iki şeyden sonra, gerisini gene kitaplara ayırırdı.
Nedir insanların kitaplara olan bu düşkünlüğü? Kitaplar, hele romanlar ve şiir kitapları, neden insanların hayatında bu kadar büyük bir yer alıyor? Bence, bunu cevaplandırmak için, “İnsan niçin okur?” sorusunu ilkin cevaplandırmak gerekir, insanlar toplu olarak yaşadıkları halde, gene de yaratıkların en yalnızıdırlar. Dıştan birbirlerine yakındırlar, ama içten aralarında ne uzaklıklar vardır! Acısını duyuracak kimse bulamayınca, atının boynuna sarılarak içini boşaltan, Çehov’un arabacısını düşünüyorum. Okuması olsaydı, böyle yapayalnız kalır mıydı?
Dünyada hiçbir dost, insana kitaptan daha yakın değildir. Sıkıntımızı unutmak, donuk hayatımıza biraz renk katmak, biraz ışık vermek, daracık dünyamızda bulamadığımız şeyleri yaşamak için, tek çaremiz kitaplara sarılmaktır. Bırakınız ıssız bir adaya gitmeyi, herhangi bir yolculuğa çıkarken bile hangi okur yazar, yanına bir-iki roman, bir-iki şiir kitabı almayı düşünmez? Yolculukta, çoğu zaman olduğu gibi çevremize bakıp dalmaktan, yanımıza aldığımız kitapları okuyamayacağımızı bilsek bile, onları gene de el altında bulundurmak isteriz. Çünkü onların can yoldaşı olduğunu biliriz. Düşünüyorum da, şu dünyadan kitap yok oluverse yaşamak ne kadar güçleşir, çekilmez bir ağırlık olurdu! Romancı veya şair için yazmak nasıl dayanılmaz bir ihtiyaçsa, okur için de yazılanları okumak, öyledir. En kötümser zamanlarımızda yardıma koşan onlardır. Ataç, ölüm yatağında, kendini görmeye gelen Sebahattin Teoman’a, “Hastalıkta ağrıları dindirici en iyi ilaç şiirmiş. Boyuna şiir okuyorum.” dememiş miydi?
Kitap, bizi avuttuğu gibi, yükseltir de. Kısa hayatında insanın edindiği deneyler ne kadar azdır. Oysa ki, şiirler ve romanlar, yaratıcılarının türlü iç deneyleriyle kaynaşırlar. Onlarla zenginleşir, onlarla eksikliklerimizi gideririz. Bir şeyler öğrenmek için roman ya da şiir okunduğunu sanmıyorum. Sanatçı bir şeyler öğretmek, bazı doğruları göstermek amacıyla yazmamıştır ki, okur da öğrenmek için okusun. Düşünce eseri ile sanat eserinin ayrıldığı nokta işte burada!
Kitapların eskilerini de yenilerini de severim, çünkü onlar yalnız düşüncelerimizi, duygularımızı etkilemekle kalmaz, duygularımızı da uyarırlar. Charles Baudelaire’in:“Çocuk tenleri gibi taze kokular vardır” dizesini anımsayınız! Gerçekten hiçbir koku, bu hayat başlangıcının kokusundan daha cana yakın değildir. Ama bunun ardından hangi koku gelir dersiniz, baskıdan yeni çıkmış kitapların kokusu derim. Bu koku hangi yazarın içine bir bahar havası gibi dolmamış, hangi okurun hayaline yeni ufuklar açmamıştı? Ama yalnız koku mu? Ya sayfaları açarken parmakların kâğıda dokunmaktan duyduğu o sabırsızlıkla karışık haz?
Sözün kısası kitabı her yönüyle severim. Anlatılana dalıp gitmekten, yapraklara dokunmaktan, taze mürekkebin kokusunu duymaktan, çevrilen yaprakların çıkardığı hışırtıdan hoşlanırım. Odamdan dışarıya çıktığım zamanlar, yanıma küçük boyda bir kitap almayı hiç unutmam. Ne olacağı bilinmez ki! Bakarsınız, kalabalık içinde insana ansızın yalnızlık çökebilir.
Ya bir soruşturmacı, bu alışkanlığımı öğrenir de, ıssız adaya götüreceğim on kitabı gelip benden sorarsa ne cevap veririm? On kitap! Bunları seçmek dile kolay. Geri kalanlar ne olacak? Doğrusu adaya madaya gitmek niyetinde değilim. Hem böyle bir soruşturmacı gelirse, şunu diyeceğim ona: “Ne diye bu on kitabı kendin seçip, o adaya gitmiyorsun?” Ben odacığımda yeni eski tüm kitaplarım arasında böyle daha iyiyim.