Dilhun | Bölüm 1
Hepimizin hayatında en az bir sevgisiz vardır. Nasıl olduklarını bilir ve hayretle bakarız onlara. Peki ya gelecekte her yer o sevgisizlerle dolarsa?
Ekim 2077
Derin, ışıltılı uykumu yan odadan yükselen boğuk sesler böldü. Gördüğüm rengarenk dünyanın bir rüya olduğunu anlamam kısa sürmüştü. Gözlerimi ovuşturdum. Duyduğum boğuk seslerin anne ve babama ait olduğunu anladığımda başımın altındaki yastığı hızla çekip yüzüme bastırdım. Duymak istemiyordum ancak onlar bana duyurmaya çalışırcasına daha yüksek sesle bağırıyorlardı. Birbirlerine söyledikleri nefret içerikli sözcükler ve kin kokan cümleleri beni zehirliyordu. Buna izin vermeyecektim. Yüzüme bastırdığım yastık nefesimi kesiyordu ancak halen onların seslerini duymaya devam ediyordum. Bunun işe yaramayacağını anladığımda usulca yatağımdan kalktım. Yaşama dair tüm hevesimin parmak uçlarımdan yere aktığını hissedebiliyordum. İsteksizce hazırlandıktan sonra kendimi, güneşin artık gözlerini sürmediği bu şehrin zifiri ve bir o kadar da zehirli sokaklarına attım.
Kurumuş yaprakların çıkardığı hışırtıyla birlikte yürümeye başladım. Dışarıdan bakıldığında her şey yolundaymış gibi gözüküyordu. Şahit olduğum o anların gerçekten de kabus olduğunu ve nihayet o kabustan uyanmış olabileceğimi düşündüm. Birkaç saniye kadar kısa sürmüştü. Bunun olmasını her ne kadar istemesem de hayallerim artık kısa sürüyordu. Önceleri saatlerce hayal kurabiliyorken artık sadece birkaç saniye sürüyordu. Bir sevgisize dönüşüyor olabilir miydim? Nefes alışverişlerimin hızlandığını fark ettim. Korkuyordum. Korku damarlarımda sertçe geziyordu. Onlardan birine dönüşmekten ölüm kadar korkuyordum.
Sevgisizler... Onlara böyle diyordum. İçinde tek damla sevgi kalmayan her canlı bir canavara dönüşürdü. Onlar da ilk önce hayallerini, umutlarını ve inançlarını; sonrasında da sevgiyle birlikte kendilerini de kaybederek birer nefret yumağına dönüşmüşlerdi.
En nihayetinde sevgiyle başlardı her şey. Sevginin olmadığı yere güneş doğmaz, çiçekler açmazdı. Sevginin olmadığı yer soğuk ve kuraktı. Her yer gri ve siyahtı. Renkler sanki hiç olmamış gibiydi. Hiç yaşanmamış gibi donuk ve koca bir boşluktu. Sevgiyle başlıyordu işte her şey. Yaşam dahi sevilmediği yerde nefes aldırmıyordu.
Bir insan, sevmeden, umut etmeden, hayal kurmadan keza hissetmeden nasıl yaşayabilirdi? O zaman ne farkı kalırdı bir kaya parçasından?
Yürümeye devam ettim tüm cadde boyunca. İçimde saklı tuttuğum sevgi anlaşılmasın diye yüzüme sahte bir nefret çizdim ve insanları izlemeye devam ettim. Oysa nefretin kokusunu alıyordum. Genzimi yakan keskin ve acı bir kokuydu bu. Gökyüzüne bulaşmıştı. Onlardan biri gibi davranmak zorundaydım. Bu, oldukça zoruma gidiyor ve kalbimi acıtıyordu ancak mecburdum. Zira bunu yapmazsam, yani bir sevgisiz gibi davranmazsam şayet beni de diğerleri gibi o akıl hastanesine yatıracaklardı.
Hemen önümde yürüyen bir çifte takıldı gözlerim. Sevginin olmadığı bir yerde bu nasıl oluyor diye merak ediyordum hep. Büyüdükçe sorunun cevabının aslında çok basit olduğunu fark ettim. Erkeğin arka cebindeki şişik cüzdan ve kadının rötuşlanmış bedeni bu sorunun cevabını veriyordu. İki tarafta kendi menfaatini düşünüyordu ve bu yüzden birbirlerine temas etmeye bile tahammüleri yoktu. Artık kimse kimseyi ahlaksızlıkla suçlamıyordu böylece. Herkes birbirinden öylesine nefret ediyordu ki kimse kimseyi öpmüyordu. Halbuki bu edep değil, bu düpedüz sevgisizlikti.
Çift, birbirinden bağımsız adımlarıyla sessizce yürümeye devam etti. Daha hızlı adımlarla onları geçip daha tenha bir sokağa döndüm. Yüzüme çizdiğim o sahte nefret, alnımda çizgiler oluşmasına sebep oluyordu. Yüzümdeki tüm kasların kasıldığını hissediyordum. Somurtmak yanaklarımı uyuşturuyordu. Gülümsemek istiyordum. Gözlerimi sıcak bir renge boyayıp köşe başındaki o evsiz çocuğun başını sevgiyle okşamak istiyordum ancak bunları yapamadığımdan derin bir nefes aldım. O çocuğun önünden öylece kayıtsız ve kaygısız geçmek istemiyordum. Birkaç adım daha attıktan sonra yolun karşısında kalan kafenin sevimsiz bahçesinden içeri girdim. Etrafıma şöyle bir baktım. Her masanın etrafında en az dört sandalye vardı ancak herkes tek başına oturuyordu. Sevgisizlik insanı yalnız bırakırdı, köreltirdi. Bu insanların başka bir insanla oturup paylaşabilecekleri hiçbir şeyleri yoktu. Sessizlik kulaklarımı sağır ediyordu. Tek duyduğum şey arada bir cam kapı olmasına rağmen içerde çalışan buzdolaplarının gürültüsüydü. Daha fazla dikkat çekmemek için bahçenin en ücra köşesindeki masaya doğru ilerledim. Ben sandalyeye oturduktan birkaç dakika sonra garson yanıma geldi. Hiçbir şey söylemeden elindeki menüyü önüme uzattı ve diğer masalara yöneldi.
Menüye kısa bir süre göz attıktan sonra garsonun tekrar yanıma gelmesini beklemeye başladım. Masada dekor olarak kullanılan çiçekler bile yapmaydı. Hoş, gerçeği olsaydı da şu an olduğundan farklı bir durumda olmayacaktı.
Etrafa yayılan gerginliği şakaklarımda hissettim. Birkaç saniye sonra bu gerginliği hafifletircesine içeri giren annesinin kucağındaki bebeğe baktım. Öylesine tatlı, öylesine güzeldi ki... Olduğum yerden kalkıp yanaklarını sıkmamak için kendimi zor tutuyordum. Annesinin ise bu tatlılığa kayıtsız kalabiliyor olması kanımı donduruyordu.
Onlar boş bir yere yerleşirlerken garson yanıma gelerek ne istediğimi sordu.
"Portakal suyu istiyorum," dedim.
Söylediğimi duydu ancak herhangi bir tepki vermeden tekrar içeriye gitti. Bebeği izlemeye devam ediyordum bu sırada. Garson bu kez onların masasına doğru yöneldi ve kadından sipariş aldı. Bebek, her şeyden habersiz nasıl bir dünyaya doğduğunu bilmeden, henüz gözlerinin ışıltısı yerindeyken etrafa gülücükler saçıyordu. Mutlu gözüküyordu, henüz. Büyüdükçe yaşayacakları ve görecekleri, keza ailesinden hiçbir zaman sevgi sözcüğü duymayacak olması onu köreltecekti. Bildiği tüm renkler griye teslim olacaktı. Artık hayal kurmayacaktı. Rüya bile görmeyecekti kim bilir... Her şey ona bir anda saçmasapan geldiğinde aslında tüm bu olan bitenin son bulacağına dair olan inancını ve umudunu kaybedecekti. Sonra bir kere olsun başını okşayabilmek için peşinde koşturduğu o kedinin kuyruğuna basacaktı. Büyüdükçe değişecekti ve buna karşı koyamayacaktı. Bir canavara dönüşecekti usulca. Sevgi görmedikçe ne olduğunu unutacaktı. Almadıkça veremeyecekti. Sonrasında yani artık bir yetişkin olduğunda o da bir sevgisiz olacaktı. Şayet olmazsa onu nereye gönderecekleri biliniyordu. Öyle ya bilinen tek şey buydu.
Kadın oturuşunu dikleştirdikten sonra birkaç kez etrafa baktı ve garsona seslendi.
"Alt tarafı bir kahve getireceksiniz, ne kadar zor olabilir ki!" dedi tiz sesiyle. Sahi ne kadar olmuştu sipariş vereli, iki dakika mı, üç dakika mı?
Garson siparişimi masaya koyarken "Hazır olmak üzere," diye karşılık verdi kadına. Şakaklarında belirginleşen damarlardan sinirlendiğini anlayabiliyordum.
"Boş boş gezeceğinize biraz iş yapın! Sizi beklemek zorunda mıyım akşama kadar?" diyerek söylenmeye devam etti kadın. Bebeği, korktuğu için ağlamaya başladı ancak o umursamadan garsona söylenmeye devam etti.
Olayı neden bu kadar büyüttüğünü merak ediyordum. Sevgiyle birlikte saygıyı da yitirmişlerdi. Kendilerini dahi sevmiyorlardı ki bu insanlar. Kendilerine bile saygı duymuyorlardı. Kalpleri kuruyordu. Tahammül edemeyecekleri şey buydu ancak onlar, sanki bunun hiçbir önemi yokmuş gibi hayatlarına devam ediyorlardı. Tüm bunların düzeleceğini beklemek aptallık mıydı?
Zihnimin içinde gezinen bu karanlık düşüncelerden kurtulup portakal suyundan bir yudum aldım. Garson kızaran gözleri ve hızlanan kalp atışlarını da alıp kadını görmeyeceği bir yere gitmişti. Bebek ise hala ağlıyordu. Etraftaki insanların rahatsız olup hayıflanmalarıyla kulakları sağır eden o sessizlik biraz olsun bozulmuştu.
Kadın, tiz sesiyle bebeğine döndü ve "Ağlama," dedi. Bebek korkmuştu ve sakinleştirilmeye ihtiyacı vardı ancak kadın, küçücük bir bebektek söylediği tek kelimeye itaat etmesini bekliyordu. Garson, elinde tuttuğu kahveyi kadının önüne bıraktı usulca. Nihayet, dedim içimden. Belki kahveden bir yudum alırsa sakinleşir ve bebeğine daha iyi davranır, diye düşündüm. Sabırla bekledim.
Kafedeki diğer insanlara değdirdim gözlerimi. Sinirden saçlarını çekiştiren ve söylenen insanlar vardı. Hiçbiri gülmüyordu. Oysa gülümsemek onlara ne de güzel yakışırdı...
Gülümsüyor olduklarını hayal ettim. Garsonun gelen insanlara hoş bir ses tonuyla gülümseyerek "Hoş geldiniz," dediğini, insanların garsonlara teşekkür ettiğini ve o kadının, bebeğine sarılıp saçlarını okşadığını hayal ettim. Elimden gelen buydu ve son ana kadar da bunu yapmaya devam edecektim. Hayal kurarken dudaklarımın kıvrıldığını fark ettim ve hızla kendimi toparladım. Dünya benim için birkaç saniyeliğine güzelleşse de bebek halen ağlıyordu.
Kadın daha fazla tahamül edemeyerek sertçe vurdu bebeğine. Onun yanağına inen tokadı kendi yanağımda hissettim. Öyle ki vücudumdaki tüm kan yüzüme toplanmıştı. Artık ben de tahammül edemiyordum. Cebimdeki tüm bozuklukları çıkarıp masaya bıraktım ve hızla oturduğum yerden kalkıp geldiğim yöne doğru yürümeye başladım.
Aklım almıyordu. Dünya gerçekten de böyle bir yer miydi? O kitaplarda yazan birbirini seven, sevgisi için dağları delen insanlara ne olmuştu? Onları bu denli hissizleştiren neydi? Evde kalmalıydım belki de. Hiç dışarı çıkmamalıydım. Dışarıda gördüklerim beni daha çok yaralıyordu. Evde olduğum zamanlarda da değişen bir şey olmuyordu ama en azından hayal kurarken insanlardan saklanmak zorunda kalmıyordum. Anne ve babamda tıpkı o kadın gibi olduğundan korkmuyordum hayal kurarken. Evde olup olmadığımdan haberleri bile yoktu. Önemsemiyorlardı da. Sevilmiyordum. Sevilmediğim yetmezmiş gibi sevemiyordum da üstelik. Deli olduğumu düşünmelerinden, beni o akıl hastanesine göndermelerinden korkuyordum. Orada o insanlara neler yapıldığını kimse bilmiyordu. Orada bir sevgisize dönüşmeme ihtimalim çok zayıftı ama burada en azından karşı koyabiliyordum.
Cehennem dedikleri yer burası olmalı, zira kimse birbirine seni seviyorum demiyor.