Dilhun | Bölüm 2
Hızlanan kalp atışlarımı kontrol altına almaya çalıştım. O sandalyeye oturduğum andan itibaren gördüğüm ve duyduğum her şeyi unutmak istedim. Özellikle de kadının bebeğine vurduğu anı. O tokat sesi yalnızca kafenin duvarlarına değil, zihnimin çıkışı olmayan köşelerine de mıhlanıp kalmıştı. Kulaklarımı tıkarsam tekrar duymayacağımı, gözlerimi kapatırsam o anı zihnimden silebileceğimi sandım ancak olmadı. Bu insanlar nasıl olurda böyle bir şeye kayıtsız kalabilirdi?
Kendimi toparlamaya çalışarak yürümeye devam ettim. Yapamıyordum, alışamıyordum. Ne onlar gibi olabilirdim, ne de onlarla birlikte yaşayabilirdim. Göz çukurlarıma değen sıcacık bir damla yanaklarımdan süzülüverdi. Tüm insanlara bölüştürülmesi gereken acı, sanki yalnızca benim ruhuma iliştirilmişti. Onların yerine canım yanıyor, onlar yerine tasalanıyor, onlar yerine sevmeye çalışıyordum ve bu, beni oldukça yoruyordu. Öyle ya, bana verilmiş Dilhun* ismi de böylelikle hakkını veriyordu.
Derin bir nefes alıp bakışlarımı gökyüzüne çevirdim. Güneş bile sevilmediğini anlayınca kara kara bulutların ardına gizlenmişti. Az sonra birkaç damla alnımı ıslattı. Rüzgar saçlarımı havalandırdıktan birkaç saniye sonra yağmur şiddetini arttırdı. Üzerimdeki hırkaya daha da sokuldum. İnsanlar, birbirlerine bulaştırdıkları mutsuzlukla koşmaya başladılar. Yağmuru sevmiyorlardı, ıslanmayı da...
Onları izledim bir süre yağmurun altında. Islanmamak için hepsi bir yere sığınmıştı ve yağmurun dinmesini bekliyorlardı. Öyle ya, yağmur da onlar o saklandıkları deliklerden bir daha hiç çıkmasınlar diye daha da şiddetleniyordu sanki. Bir kafe tabelasının altına sığındı koşarak kadın. Birkaç dakika öylece bekledi. Yağmur damlaları şakaklarımdan boynuma süzülmeye devam ederken o kadını izliyordum sessizce. Üzerindeki pahalı kıyafetleri inceliyordum. O, üzerindeki kıyafetlerin onu daha önemli, daha saygın bir insan yaptığını düşünse de yüzünde mide bulandırıcı bir ifade vardı.
Sokağın başında ağır adımlarla ilerleyen, ıslak bir köpek dikkatimi çekti. Titriyor olduğunu aramızdaki mesafeye rağmen görebiliyordum. Üşüyordu ve kendine sığınacak bir yer arıyordu. Ağır adımlarına bakılırsa yaşlı ya da sakattı. Birkaç küçük adım daha attı ve sonrasında kadının yanında durmaya karar verdi. Kadının bu durumdan rahatsız olduğu alnında beliren çizgilerden anlaşılıyordu. Etrafa bakarak kendine sığınacak farklı bir yer bulmaya çalıştı ancak yoktu. Yüzündeki o ifadeyi hiç bozmadan bakışlarını köpeğe çevirdi.
"Hoşt!" diye bağırdı ve ellerini köpeği korkutmak istercesine yukarı aşağı salladı. Tanrım, bunu neden yapıyor? Ona ne zararı var ki?
Köpek, korkmuştu ancak sığınacak bir yeri olmadığından yerinden kıpırdayamıyordu. Kadının elleri aşağı yukarı sallanmaya devam ettikçe birkaç adım kenara kayabilmişti sadece. Ancak bu yeterli değildi. Kadın, yerden aldığı bir taşı hiç tereddüt etmeden köpeğin üzerine savurdu. Genzimi yakan öfkenin, parmak uçlarımda biriktiğini hissettim. Bu dünyada yeteri kadar öfke ve kin vardı. Daha fazlasını bulaştırmamak için ellerimi yumruk yapıp var gücümle sıktım. Köpek, yüzüne isabet eden taşın verdiği acıyla yağmur altında koşmaya başladı.
Neden buradayım? diye sordum kendime. Bu insanlar neden benim dünyamda yaşıyor? Şayet bu onların dünyası ise ben neden buradayım? Onlar gibi olmadığımı biliyordum. Her ne kadar bir sevgisize dönüşeceğimi düşünüyor olsam da bunun bu zamana kadar çoktan olması gerektiğini de biliyordum. Ama bir sevgisiz değildim. Her ne kadar onlar gibi davransam da asla onlar gibi değildim. Öyleyse... Okuduğum kitaplar ve izlediğim filmlerde bahsedilen dünyayı kurtaran insanlar gibi, ben de sevgisizlere yeniden sevgiyi mi öğretecektim? Peki ama... Tanrım, kalbi zift dolu bu insanlara sevmenin ve sevilmenin güzelliğini nasıl anlatacağım?
Bunu tek başıma yapabileceğimi hiç sanmıyordum. Kim, henüz on sekiz yaşındaki tek başına bir kızı ciddiye alırdı ki? Sahi, tüm dünya böyle miydi yoksa bu şehrin ardında rengarenk çiçekler ve gülümseyen bir güneş var mıydı? Şayet yok ise tüm dünyaya nasıl karşı gelebilirdim ki?
Gözyaşlarım kirpiklerime daha fazla tutunamadı. Burada daha fazla kalmamalıydım. Eve dönmeliydim. Sokaklar sevgisizliğin en ağır tonuna boyanmışken güvende değildim. Nereye kadar böyle sürecekti? Ucu bucağı yoktu ki sevgisizliğin... Ne zaman dinecekti öfkeleri? Ne zaman nefret edeceklerdi nefret etmekten? Sessizce eve doğru yürümeye devam ettim. Yol boyunca her şeyin bir kabus olmasını diledim. Bunu öyle çok istiyordum ki eve gider gitmez yatağıma uzanıp gözlerimi sıkıca yumdum. Sabah olup gözlerimi açtığımda annemi başımı okşarken bulmak istiyordum. Kahvaltı masasında birbirine gülümseyen anne ve babamı görmek istiyordum. Anneme korkmadan sarılmak istiyordum. Bu insanlar sevgiyi, merhameti, iyiliği yeniden hatırlasın istiyordum.
***
"Bu yumurta neden rafadan değil?" dedi babam gözlerini tabağından ayırmadan.
"Unutmuşum," diye yanıt verdi annem. "Ne fark eder yumurta işte. "
Duvarlara bile işleyen gerginlik, şakaklarıma baskı uyguluyordu. Tabağımdaki yumurtayı parçalara ayırdım ve babama böyle de güzel dercesine hızla yemeye başladım. Ancak o bunu önemsemedi. Çatalını sertçe tabağına bırakırken olduğum yerde sıçramama engel olamamıştım. Annem hissiz gözlerini babama çevirdi.
"Bir kahvaltı bile ettirmiyorsun!" dedi sesini yükselterek.
"Belki de kahvaltı etmeyi bilmiyorsundur."
"Elli dört yaşında adamım senden mi öğreneceğim?" Sandalyesini geriye doğru itekleyerek ayağa kalktı. Alışkın olduğum bir durumdu ancak yine de kan akışımın hızlandığını hissedebiliyordum.
"Beğenmiyorsan kalkar kendi yumurtanı kendin yaparsın o zaman. " diye karşılık verdi annem. O da sesini yükseltmişti. İkisi de birbirine karşılık vermeye devam eder, asla susmazlardı. Kavgaları, biri kapıyı çarpıp çıkıncaya dek sürmeye devam ederdi.
"Yaparım. Hatta senin yaptığın çöpleri yemektense çıkar sokakta beton kemiririm daha iyi be!" dedi kapıya doğru ilerlerken. Cümlesinin sonuna doğru çoktan kapının koluna uzanmıştı eli. Sevgi sözcükleri bir kenara, birbirlerine isimleriyle bile hitap etmiyorlardı artık. Bu, bir ilişkinin gelip gelebileceği en dip noktaydı ve ben artık buna daha fazla katlanamıyordum.
"İstersen hesabındaki paranın üçte ikisini bana ver, ben gideyim. Kalanıyla da kendine bir hizmetçi tutarsın. Böylelikle ben de o çirkin yüzüne daha fazla katlanmak zorunda kalmam, ne dersin?"
"Hiç boşuna uğraşma, artık güzelliğin de beş para etmez. O parayı sana yedirmeyeceğim!"
Öylece durmuş, birbirlerine hakaret edişlerini izliyordum. Hey, ben buradayım, demek istedim ancak önemsemeyeceklerdi. Ne zaman önemsemişlerdi ki zaten? Ben annemin, o bahsettiği devasa paranın üçte ikisini garantilediği noktaydım. Yalnızca buydum onun için. Asla daha fazlası değil... Babam, kapıyı hızla çarpıp çıkarken bir kez daha sıçradım korkuyla. Bu duvarların rengi altın rengi değil miydi? Neden şimdi siyahtan başka bir renk göremiyordum?
"O halde bana katlanmak zorundasın," dedi annem söylenmeye devam ederek.
Yolda gördüğüm o çiftlerden farklı değillerdi. Koca bir servete sahip olmak isteyen bir kadın ve kadının güzelliğiyle egosunu tatmin etmek isteyen bir adam. Bir de servetten daha fazla pay almak için yapılmış bir çocuk vardı ortada. Bu beni tüketiyordu. İkisi de birbirinden nefret ediyordu ancak para için halen birlikteydiler. Daha önce birçok kez ayrılmayı denemişlerdi ancak para konusunda bir türlü anlaşamıyorlardı. Babam, anneme pay vermek istemiyordu. Annem ise şayet payını alamaz ise babamın itibarını zedeleyecek şeyler yapmakla onu tehdit ediyordu. Bu onun dur noktasıydı. Zira zedelenen bir itibar babam için onca zaman ve para kaybıydı.
Erkeklerin zengin olup parasıyla, kadınların da fikirleriyle ya da kişilikleri ile değil de güzellikleri, fizikleriyle ön plana çıktığı bir dünyaydı burası. Ve ilişkiler tam olarak bunlar üzerine kuruluyordu. Birbirlerini önemsiyormuş gibi yapıyorlardı. Daha sonra para bittiğinde ya da o güzel fizikler buruşup sarkmaya başladığında rol yapmayı bırakıyorlardı. Sanırım bu insanların önce kendilerini sevip, kendilerine saygı duymayı öğrenmesi gerekiyordu. Sonrası zaten kendiliğinden gelecekti.
* Dilhun: İçi kan ağlayan, hüzünlü