Ağzına attığı şeyin çerez olduğunu,televizyonda bir komedi programının açık olduğunu biliyordu Ece. Ancak,kendisini orada hissetmiyordu. Sanki çerez niyetine gözyaşlarını yiyor,komedi programındaki tüm karakterler ona çaresizliğini haykırıyordu. Replikleri mi bu şekildeydi? İnsan,en sevdiği tarafından dışlanınca,hâyâl kırıklığına uğratılınca,sanki yeryüzünde var olan tüm çareler kendisine sırtını dönmüş gibi hissediyor. Çok isterdi,yediğim önümde,yemediğim arkamda,hiç bir sıkıntım yok demeyi. Ama vardı. Ve ne yazık ki,toplum bu sıkıntısını anlamıyor,onu şımarık,bencil olmakla itham ediyordu.
Aslında,arkadaşını arayıp,gel oturalım diyene kadar bir sıkıntısı yoktu. Çerezlerini hazırladı,kendisinin ve arkadaşı Hümeyra'nın en sevdiği komedi programını açtı ve güzel bir akşam teklifi yapmak için Hümeyra'yı aradı. Eşi çalışıyordu,gece geç gelecekti. Fakat Hümeyra kendisine göre çok normal,Ece'ye göreyse sıkıntılarını kilitli kapılar ardından kaçıracak bir şey söyledi. "Canım yaaa,kızımız babaannesinde,bu akşam kocamla başbaşa zaman geçireceğiz,başka zaman görüşürüz olur mu ".
"Hümeyra'ya kızma,onun ne suçu var,ona kızma " diyerek kendisini sakinleştirmeye çalışıyordu ki,birden gözünden yaşlar boşalmaya başladı. Evlendiği günden beri hiç dinmemişti o yaşlar. Sanki,göz pınarlarını kurutursa,dertleri de kuruyacakmış gibi. Hümeyra'yı çok seviyordu,onun mutlu olması Ece'yi de kesinlikle mutlu ediyordu. Ancak,bedenini kıskançlığa teslim etmemek için ciddi çaba sarfediyordu. 6 yıl olmuştu Ece,Yakup'la evleneli. Ve Ece zorlamadan tek bir gün bile,Yakup onunla bir şeyler yapmak istediğini,başbaşa kalmak istediğini söylememişti. Arada Ece teklif ediyordu,oğlumuzu bir gün babaannesine bıraksakta biraz başbaşa mı kalsak diye. Yakup'un cevapları hâyâl kırıklığını pekiştirmekten başka bir işe yaramıyordu. Yakup için varsa,yoksa işi,hobileri. Hatta bir süre hiç bir şekilde karışmadı ona Ece. Konuşmadı,sormadı,anlatmadı. Oysa Yakup bunu hissetmemişti bile. Kendisini,bir kafesten alınıp,başka kafese konmuş gibi hissediyordu. Aşk yoktu,sevgi yoktu,paylaşım yoktu. İçine kapanmakla,bağır çağır kavga etmek arasında gidip geliyordu. Annesine bir kaç kez boşanmak istediğini söyledi,fakat aşksız bir evlilik boşanmak için yeterli gelmedi annesine. Kendisini,dünyanın en ezik,en aptal,en işe yaramaz insanı gibi hissediyordu. Kocasının ilgisini çekebilmek için yapmadığı şey kalmamıştı,ancak en fazla yatağa kadar ilgi alanına giriyordu adamın. Sonrası yine yalnızlık,sonrası yine hiçlik. Kocasından ilgi göremeyen kadınların,oğullarına bağımlılık geliştirdiğini okumuştu bir yerde,oğullarının hayatlarını kararttıklarını. Böyle olmamak için her gün dua ediyordu. Asla görücü usulü evlenmem,ben sevdiğim adamla evleneceğim. Aşksız bir evliliği sürdüremem diyordu. Dediğini yaptı da. Yakup,gözünün içine bakardı,sevgiliyken. Oysa,aşksızlık ne demek evlenince görecekmiş meğerse. Hayat,her daim tükürdüğümüzü yalatıyor,bize son sözü ben söylerim diyordu.
Birilerine kızmak,çözüm olurmuş gibi,her bunaldığında potansiyel suçlular buluyordu kendine. Babasına kızıyordu mesela,onu okutmadığı,ıstediği alanda kariyer yapmasına izin vermediği için. Eğer güzel bir mesleği olsaydı,o zaman,bu kadar eli kolu bağlı olmazdı. Annesine kızıyordu,babasıyla ben kendi ayaklarım üzerinde durmak,istediğim işi yapmak istiyorum diye kavga ettiğinde,hep babasının yaninda olduğu,ve hâlâ hayallerini küçümsediği için. Kocasına kızıyordu,onun bu çaresizliğini görüp kullandığı için. Bazen Tanrı'sına bile kızıyordu,mesajlarını daha açık göndermediği için. Çünkü,ona göre,yaşadığımız her olay bir mesaj içeriyordu,ve biz o mesajı alıp,deneyimi içselleştirince,o sınavdan geçiyorduk. Ama biliyordu ki,hiç kimse onun kadar suçlu değildi. Daha güçlü olabilirdi,hayalleri uğruna herkesi silebilirdi,hayatın bazen altını da göze alabilirdi. Ama,kendisini,yeterince dipte hissederken,bir de,acizliğini nasıl yüzüne vursun. Hayatta,kendisinden başka dostu yoktu ki. O da kendi canını incitirse,kime tutunacaktı. Hayata önde başlamış olmayı diledi. Daha anlayışlı bir ailede doğmayı,yeterki kızımız okusun,meslek edinsin diyen anne babasının olmasını,tek derdinin sınavlara hazırlanmak olmasını,ve her kadına,mutlaka okuyun,ayaklarınızın üzerinde durun,diye ahkâm kesmeyi . O zaman,nasıl sıkıntıları olurdu acaba. İki hayat arasında gidip gelme şansı olsaydı,bu hayatını arar mıydı? Sonuçta,herkes kendi derdini,dünyanın sonu sanmıyor mu? Peki gerçekten,kendi derdiyle,sokakta iki lokma ekmeğe muhtaç,bir battaniyem olsun yeter diyen çocuğun sıkıntısı aynı kefede miydi? Herkesin yükü gücüne göreyse Ece güçlü müydü,güçsüz müydü? Kendisini hayata önde başlayarak ahkâm kesenlerden daha güçlü,sokaktaki çocuktan daha aciz hissetti. Ancak,tüm çözümlemelere rağmen göz yaşı dinmedi. Aşksız,yarım bir evlilik,onun dünyasının sonuydu.