TOPLUMDA KENDİ ARAYAN İNSANIN ÖYKÜSÜ(2. YAZI)
Bilinç, insanın aklından geçeni algılaması durumudur. Ne'yini niçin'inini nasıl'ını bilmek,aramaktır bilinç. İşte bu yüzdende var olduğumuzun en büyük kanıtıdır. Ferda Keskin Sosyalist İşçi dergisinde yayınladığı yazısında özgürlük tanımını şöyle yapar: "Özgürlük, insanın temel ihtiyaçlarını karşıladıktan sonra gerçekleştirdiği etkinliktir. Dolayısıyla özgür etkinlik başka bir şey (örneğin dışsal maddi zorunluluklara cevap vermek) için araç değil, kendi içinde bir amaçtır." Özgür etkinlik fiziksel olarak deyinlenebilir, başka bir deyişle eyleme dönüştüğünde fiziksel olarak kabul edilebilir. Ancak, oysa özgürlük her anlamda değil midir? Özgürlük bilinci,maalesef çok üzülerek altını çizerek belirtmek istiyorum ki ülkemizde var olmayan bir bilinçtir. Evet, bunlar için suçlu bulabiliriz devleti,toplumu,toplumun yargılarını, her şeyi. Fakat üstünden atladığımız bir şey vardır. Hak ve özgürlük bilinci mücadelenin sonucudur. Mücadele etmekten çoktan vazgeçmiş bir toplumdan düşünmeyi,doğruyu aramayı, aklını kullanmayı bekleyemeyiz. Ve onun etrafındaki yargıları suçlaması kendi acizliğindendir. Jean-Jacques Rousseau'nun "Emilie ya da Eğitim" adlı kitabında "Düşünmek insan için doğal bir şey değil.Düşünmek onun tüm öbürleri gibi öğrendiği bir sanattır." der. Evet, Rousseau burada harika bir noktaya parmak basar. Düşünmek bir sanattır ve çok zor öğrenilir. Çünkü insan düşündükçe değişir,rahatsız olur,toplumu da huzursuz eder. Çünkü kişideki mücadele etme ruhu, o felsefenin karanlık yolunu aydınlatan özgürlük bilinci kişide ulaşmaya başlamıştır. Ve insan bir kez düşünmeye başladı mı pimi çekilmiş bomba gibi olur hiçbir salisede dahi etkiyecek kuvvet onu engelleyemez durduramaz. İşte bu yüzdendir Ernest Renon'ın dediği gibi "Değişmemenin tek yolu düşünmemektir." Ve doğrunun var olduğunu kabul edersek Hegel'in de dediği gibi "Doğruyu bir sonuca yükselten düşünmedir."Belli bir yere kadar insanın düşünüp bilinç kazanmasını engelleyen şeyler din, yönetimdeki devlet adamları, devlet yönetimleri olmuştur. Ancak bazen ekonomik bazen siyasi ayaklanmalarla, birlikte insanoğlu tam sırtının ortasında kaşıntı yaratan kabuktan kurtulmuş. Hem din hem devlet baskısından kendini arındırmayı başarmıştır.
Aşağı yukarı 1700'lerin ikinci yarısından başlayarak hak ve özgürlükler için emekçilerin yürüttükleri mücadele ve kazanılan haklar, kimi zaman hak ve özgürlükleri daha da geliştirerek, kimi zaman gerileyerek ama sürmüş ve bugünlere gelmiştir. Mücadele ile kazandıkları hakları savunmakta ve sahiplenmekte de buna paralel bir duyarlılık oluşmuştur. Demokratik devrimlerle birlikte seçme seçilme hakkı, örgütlenme ve mücadele hakkı, düşünceyi açıklama hakkı, adil yargılanma hakkı, yasalar karşısında eşitlik, kadın hakları, emekçilerin hakları gibi çeşitli haklar gündeme gelmiştir. Her gündeme gelen hak insanı özgürlüğün sonsuz kucağına atmıştır. Fakat belirmeliyim ki ; elbette haklar gereklidir önemlidir ancak bu hakları uygulamak üzerlerine tekrar tekrar düşünmek gereklidir. Felsefeyi anlamanın ve kavramanın en güzel yoludur, onu tarihte aramak ve bulmak. İşte bu yüzdendir birbirleriyle sıkı bir bağları vardır ve tarihin dışında bir felsefe düşünülemez. Felsefe aslına bakarsanız her şey ve hiçbir şeydir. Aynı zamanda felsefe bir bütün olarak insan düşüncesinin ve hatta gerçekliğin,yapılabildiği ölçüde resmini yapmaktır. Felsefe bütünüyle dünyaya bakışımızı etkiler. Düşünürken değişmeye başlayan insana bir de felsefeyi eklerseniz eğer aynı kişi bir daha asla olamaz. Felsefe işin içine girdi mi insan değişir başkalaşır. Felsefe insanı nasıl mı değiştirir? Örneğin; Amerikan Anayasası'nın büyük ölçüde filozof John Locke'nin siyasi fikirlerinin hayata geçirilmiş olduğu. Rousseau'nun fikirlerinin de 1789 Fransız Devrimi'ni etkilediği kabul edilir.İşin ironik yanıda şudur ki; felsefe bazen de kötü sonuçlar doğurmuştur. Gerçi bunda karşımıza kötü felsefe diye bir kavramın çıkmasına engel olamayız. Siyasetçileri hiçbir şekilde bazı felsefi kavramlardan uzak tutamayız. Almanları Nazi felsefesi yerine daha olumlu bir felsefenin altına girmiş olsaydı eğer,dünya Nazi dehşetinden büyük bir oranda kurtulmuş olacaktı.Serdar Özkan "Kayıp Gül" adlı kitabında gülün sesini duyamayanlara şöyle der: "Güllerin sessizliği,gülleri duyamayanlara, gülleri duyamamaları ceza olarak yeterdir." Özgürlük bilincinin yetersizliği, mücadeleden vazgeçmiş toplumların tembel zihinleri, gerçek ve siyasal özgürlüğün gelişip serpilmesine hiçbir katkı yapamamış kendini sürekli kısıtlayan toplumlara en büyük cezadır felsefesizlik. Çünkü felsefe insanı hep ulaşmak istediği o'ya -ki bu bazen Tanrı, bazen sonsuzluktur- ulaştırmak isteyen bir yoldur.
İnsan ömrü kısadır yetersizdir gerçi. Ama insanın o mücadelesi bile, onu kolektif bilinçten kurtarıp özgür bilince ulaştırmak isteyen o içindeki gücü bir an hissetmesi dahi yıllarca bomboş yaşamış insanın tüm ömründen daha kıymetlidir.
İnsan insanların içinde kendi varlığını fark edebilir evet. Ama kendini yabancılaştırıyorsa onu o topluma bağlayan damarları hiç düşünmeden kesmelidir. Ancak o zaman ömrüne yaşanmış diyebilir.
Sözümü Hegel'in sözüyle bitirmek istiyorum:
"İnsan, eğer düşünmüyorsa özgür değildir; çünkü o zaman, o bir başkasına göre davranır."