"Ahh Su... Adın gibisin, su gibisin. Bir kaç gündür işe gitmiyorum ve bu yüzümdeki yara ne zamana iyileşir, bilemiyorum. Her aynaya baktığımda hayatımda ne kadar gereksiz yer kaplayan insan varsa aklıma geliyor. Anlıyorum ki hayatımda kadınlardan başka bir şey düşünmemiş bir mahlukmuşum. Sanki çok elzemlermiş gibi! Sanki başka derdim yokmuş gibi hala aklımda genç bir taze var. Seni de koynuma aldıktan sonra bir şekilde atarım başımdan. Ama önce hevesimi almam lazım. Bekle beni mavi gözlü küçük yaratık..."
Bahçesini sularken derin düşüncelere dalmıştı. Hoş, dünyayı kurtarma derdinde değildi tabi, kuduruk bir adamın sıradaki kadını nasıl tavlarım derdiydi. Öyle ki arkasından biri yaklaşıp, sessizce boynuna bıçağı dayasa ancak bıçağın serin dokunuşunda hissedebilirdi. Tüm duyguları kaybolmuştu. Duyguları yerini arsız düşüncelere bırakmıştı. O uzaklara dalarken, biri de ona dalmıştı karşı evin penceresinden kahvesini yudumlarken...
İçinden geçenleri ona anlatamazdı. İlk aşkı, seviştiği ilk adam karşısındaydı fakat elinden hiçbir şey gelmiyordu. Tek yapabildiği camdan onu izlemekti. Onu görmesini istiyordu dünden beri. Dün, verandasında otururken, onun geldiğini görmüştü. Valizleri görünce heyecanı kat be kat artmıştı. Belli ki uzun süre kalacaktı. Belki de karısıyla ayrılmış, baba evine temelli dönmüştü. Eve tamamen dönmüş olmasını ne de çok isterdi.
Kahvesinden bir yudum aldı, soğumuştu. Tıpkı ilk aşkının ondan soğuduğu gibi. Yine de içmeye devam etti. Sevmeye devam ettiği gibi...
İçi buruklaştı. Aradan on yıl geçmişti ve içinde söndüğünü sandığı aşkının küllerini savuruyordu. O zamanlar yirmili yaşlarındaydı. Bazen onu sevmenin hata olduğunu düşünse de, kalbi düşüncelerini hep alt ediyordu. Göz altları biraz çökmüş gibiydi sanki. Yüzünde taze bir yarası vardı. Onu çok merak ediyordu. Konuşmak için can atıyordu.
Oysa Gökhan, onunla konuşmadan gitmişti. Sevdiğim dediği kadınla evlenmişti. Arkasından çok ağlamıştı ama sevdiği adam gelmemişti. Gelmesi imkansızdı. Çünkü sevdiği kadının peşinden gitmişti. Rüya da kimdi ki? Gelip geçici bir heves, adı gibi sabah hatırlanmayacak bir rüya. Tam beş ayda sıkıldığı bir Rüya. Düşünüp, içini sıkmak istemiyordu ama Gökhan karşısındayken düşünmeden de edemiyordu! İçi nasıl ince ince acırdı insanın? Bu hissi en ağırından yaşıyordu şu anda. En ağırından aşıktı, en ağır şekilde...
Gökhan tüm bahçenin işini bitirmişti. Elinde çürük yapraklar ve çöplerin olduğu bir torba ile dışarı çıktı. Elindekileri konteynıra attıktan sonra, gözü karşısındaki eve kaydı. Bir zamanlar vakit geçirdiği bir kadın vardı. Bir duvar istemişti ve dayanmıştı. Yıkılmayacak bir duvardı bu kadın. Yıkılmayacağını anlayınca kendi elleriyle yıkmıştı. Pişman mıydı?
Tabi ki hayır!
Ama belki Rüya ile devam etseydi böyle bir adam olmazdı. Çünkü bir tek onun yanında çok rahattı. Çünkü bir tek onun yanında gerçekten sevildiğini hissediyordu. Çok bakıp, hiçbir şey görememekti bu. Belki de anlayamamak.
Birden penceredeki karaltı dikkatini çekti. Tanımıştı onu. Resmen onu gözetliyordu. Göz göze gelmek isterdi ama gelememişlerdi çünkü Rüya utancından hemen perdeyi çekmiş ve koltuğa oturuvermişti. Bir zamanlar kendisine aşık olan bir kızdı bu. Rüya... Tüm kutsalını bedeninde bırakmış, arkasından gözyaşı dökmüş ve bıktırana kadar sürekli aramıştı. Gökhan tam 30 yaşındaydı onunla olduğunda. O ise okulunu bitirmiş taze bir hemşireydi. Üstelik çok güzel ev yemekleri yapar ve el işleri örerdi. Her konuda becerikliydi. Hem meslek sahibiydi, hem de beceri. Aslında tam evlenilecek bir kızdı ama Gökhan onunla fazla ilgilenmemişti, pek de güzel sayılmazdı ona göre. Ama kendisine verdiği değerden dolayı şımarmış ve onunla bir kaç ay takılmıştı. Maksat gönlü olsundu. Sonunda da çoğu kadına yaptığını yapmış, bırakıp gitmişti onu. Çok kadını üzmüştü ve bir gün onu da biri üzecek diye korkuyordu.
"Neyse..."
Pencereye doğru bir daha baktı. Kimseyi göremeyince içeri girdi. Evi biraz toparladı. Kahvaltı yapmamıştı ama aç da değildi. Biraz daha idare edebilirdi. Şömineyi temizledi. Dışındaki fayansları sildi. İçine odun attı ve yaktı. Yere kocaman bir minder koydu ve oturdu. Telefonundan bir piyano melodisi açtı ve yanan ateşe odaklandı.
Kaç kadını yaralı bırakmıştı arkasında? Kaçı kanlı oyunlarına yenilmişti? Kaçı heveslerine kurban gitmişti?
Bir bataklıkta gezerken ayakları gömülen bir yaratık gibi oluyordu bazen. Kurtulmaya çalıştıkça daha da batıyor, gözleri doluyor ve merhameti azalıyordu. Kendisi ile birlikte yanındakileri de çekiyordu. Karanlık yüzü hiç olmadık zamanlarda ortaya çıkıyor ve o tarafını kimse göremiyordu. Bu tarafından bazen kendisi de korkuyor ve sonrasında pişman oluyordu. Bazen pişman olduğu için de, pişman oluyordu. İşte o zaman, kötü tarafı iyi yönünü eziyor, o bile kendisini tanıyamıyordu.
Mindere kıvrılıp, uyuyakalmıştı. Yaralı yüzünün acısıyla uyandı. Saatler geçmiş, akşam olmuştu.
Şöminenin ateşi iyice azalmıştı, tekrar odun attı. Hala evde yalnızdı. Karnı çok acıkmış, canı da iyice sıkılmıştı. En iyisi dışarıdan söylemek diye düşündü. Yemeği halletmişti ama biraz muhabbet çekmişti canı. O yüzden yeni bir viski açtı. Bir de çikolata. İçtikçe güzelleşiyor, içi ısınıyordu. Şömine de yanıyor, iyice terliyordu. İçkisini ve sigarasını alıp, üst kattaki balkona çıktı. Tam karşısındaki pencere, Rüya'nın odasının penceresiydi. Işığı sönüktü.
"Acaba benden başka biriyle oldu mu?" diye düşündü. Sonra da "Bana neyse!" deyip, omuzlarını silkti.
Onu eve alıp, seviştiği günler geldi aklına. Sigarasından derin bir nefes çekti. Çok üzmüştü onu.
Saatine baktı. Gece yarısı olmak üzereydi. Bütün gününü bahçede ve evde geçirmişti. Sabah işe gitmeliydi. Gece de bir bara kaçardı belki. Eve de ateşli bir tenle dönerdi. Belki...