Zaman kılavuzundan bir anı çıkardım Üstâd'ım.
Suâller hırpalarken bir yandan,
Yoluma çıkan ilk sana bakıyorum.
Derslerin öğüt gibi işlediği zamana.
Ne asırlık yazlar geçti,
Ne de fırtına dimağında çetin karlar.
Ne içini ele veren yaralar anlatıldı,
Ne de hapsolan zamanlar.
Kılavuzu olmayanın yolu isyandır.
İsyan içinde olan hâlbuki zûlümkârdır.
Zûlümkâr olanlar bilmez elli asırlık güzâyı.
Zûlümle savaşmak her mahlûka mecbûriyettir.
Bunu anlayan ise kırk yıllık tecrübedir.
Anlayan insanın gözlerine yağmur durmuş Üstâd'ım.
Neden insan toprağı özler ki?
Neden yağmurun sesine âşıktır gözler?
Bilinmezlerin en soyut yerindeyim.
Çünkü...
Çünkü topraktandır bedenim.
Dinlenilen her şey hesaplanır mı?
Yoksa öğrenilen gerçeğe mi inanmalı?
Evren bir an duraklatıldı mı?
Dönmeyen zamana hasret yazılır mı?
Suâller hesap sunarken damarlarıma,
Ben nasıl anlatayım gerçeği dudaklarıma.
Dudağımdan dökülen yalan olmaz mı?
Ben yalana meyletmem,
Bu bir öğüttür bunu es geçemem.
Kulaklarıma hesap sorarken çınlamalar,
Tutmazlar birini ve yâd etmezler seneleri.
Nasıl baş getirmeli Üstâd'ım!
Hangi tınıya bunu nakşetmeli?
Olanlar olmayanların ses duvarında.
Keşke duvarların dili olsa,
Sussa da konuşsa.
Konuşması tebessümünde oysa,
Bir anlasa...
Öğütten bir kitap olsa şu gönlüm.
Her an bana açılsa kapıları,
Gelen aralıkta bana sunulsa sayfaları...
Ve şöyle dese bir yaprak mısrâsı...
Ben senim,
Sen ben.
Ben pîrim dağlarda,
Sen ateş-i yeleksin kanatlarda.
Ben mecbûrum sana,
Sen de bana.
İşte o zaman gel eyle beni gönül kılavuzunda...