Hıçkırmaktan, kaskatı kesildiğiniz geceler var, saklamayın. Aynalara bakmaktan korktuğunuz, aynadaki siluete bakıp, tahammül edemediğiniz anlar var, biliyorum. Her birimiz, acıya mahkum ya da acıya tutkun insanlarız. Her fırsatta, sevgiden kaçan insanlar var ya, bakmayın, sevmeye aşık insanlar onlar. Yalnızca, hassas yanlarından yaralanmışlar, biraz daha fazla kanamışlar.
Peki siz, hiç, bir kalbin buzları erirken bir kadın teninin sıcaklığında, tanımadığınız bir kokunun en koyu yerinde can çekiştiniz mi? Yaşamayı en çok arzuladığınız bir anda, hayata giden yol, ölümün ortasından geçti mi? Peki ya ölüm, yolun bir parçası olamaz mıydı? Kim bilir, belki de huzura giden yol, zaman zaman ölümün tam orta yerinden geçiyordur.
Kaskatıydım. Cesede kurşun, katile gözyaşı işlemez. Parmaklarım, teninde daireler çizerken, çekik gözleri, aralandı. Gülümsediğinde, gözlerinin kenarında, yarım santimden biraz daha kısa, ince çizgiler oluşuyordu. Gülümsedi. Göz kapaklarına dokundum. Parmak uçlarım yandı. Kaburgalarımın arasında şeklini ve ağırlığını bilmediğim soyut bir nesne tuzla buz oldu, göğsüme battı. Kelimeler boğazıma durdu. Dişlerim birbirine çarptı.
Soran gözlerle bakan birine, soran gözlerle karşılık verdiniz mi? Dersini çalışmayan haylaz bir öğrenci gibi, bütün cevapları karıştırdığınız oldu mu bir kadın karşısında? Göğsünüzü delip geçen bu şey, her ne ise, acıttığı halde, daha çok hissetmeyi arzuladınız mı?
Kaç kez, bir ölüye can vermek istemişti, bilmiyorum. Fakat bir cesedin nereden yaralandığını, bir tenin nereden kanadığını, bir avcun neden terlediğini, en iyi bilenlerdendi. Teni lekeli kadınlardandı. Görünmez, lekelerinde onlarca öykü saklıydı. Umutlarını kursağında tutmuş, kursağında sakladıklarını kime gösterse, ya hüsrana uğramıştı ya da insanlar onu dinlemeden, kaçıp gitmişti.
Bazen sarılmak yetmez, sığınmak ister insan. Sarılacak birinden çok, sığınacak birini arıyordu. Bulduğu kalbe yuva yapmak; zaman, zamanı aşındırıncaya dek orada kalmak istiyordu. Kim bilir, belki yuva yaptığı kalpten tüm kötülüklere meydan okurcasına cesur çıkacaktı. Bir ölüye can vermeyi cesaret edecek kadar cesur bir kadın tanıdıysanız şayet, onun kaç kez cinayete kurban gittiğini, iyi bilirsiniz.
Gözyaşları griydi, gözleri alacakaranlık, teni ilkbahar… İsmi lügatlerden silinmiş bir huzur vardı, şüphe yoktu.
Dudaklarını araladı, başını göğsümün sağ yanından, sol yanına kaydırdı. Kulağını kalbime dayadı. Teni, tenime çarptı. Zaman durdu. Kuşlar uçmayı unuttu, gece düğümlendi. Buz gibi parmak uçlarım, köprücük kemiğine dokundu. Griye yakın bir cinayet, orada işlendi.
Ne zaman sevgiye duvar örseniz, her defasında duvarlarınızı yıkan biri olmuştur muhakkak. Şayet, kendi ördüğünüz duvarların enkazı altında kalanlardansınız, korkularınıza yenilmenin ne denli anlamsız bir mücadele olduğunu, en az benim kadar iyi bilenlerdensinizdir.
Ruhunuzun, parlak beyaz duvarları floresan lambalarının buz gibi ışığının aydınlattığı hastane odalarında hayatla ölüm arasındaki ince çizgide geçen insanlar gibi ıstırap içinde ölümü dilediği günler vardır. Kırık bir kalbin sancısını, bıçaklanmış bir ruhun iç kanamasını hangi sözcük tarif edebilir ki?
Bir kadına dokunurken, titreyen parmakların ardında, gri cinayetlere kurban gitmeyi bekleyen korkuları da, kederleri de, kim bilebilir ki? Bakmayın, ayrılıktan çok, sevmek bir cinayettir başlı başına.
Sevmek… Her fiil gibi kökü emir kipine çıkan, gri bir cinayet işte. Buzdan bir kalbin içinde, ateş yakmaktan daha büyük bir delilik varsa, o da, kendi yaktığınız ateşin ortasına atlamaktır. Ama sevmek işte. Griye yakın bir cinayet. Siyahtan kaçıp beyaza sığınan bir gri bile olmaktan aciz.