Kalbi pırpırdı. İlk defa duyduğu bu hissin karşısında eli ayağına dolanmış ne yapacağını şaşırmıştı. İçinde kelebekler uçuşuyor kuşlar cıvıldaşıyordu. Yazın başladığı şu günlerde yüreğine de yaz gelmişti. Günebakan çiçeği gibiydi. Aşk’ı onun güneşi olmuştu. Yüzünü sürekli ona dönmek istiyordu. Mevsimlik işçi olmasından hep şikâyet eden halinden eser kalmamıştı. Köye döndüğü vakitlerde sabahı iple çekiyor gözüne o çok sevdiği uyku bile girmiyordu. Sevdiceği gülümsemesiyle onu her sabah güneşle birlikte karşılardı. O da kendi gibi işçiydi. Konuşmak bir kenara dursun adını bile sormaya cesaret edememişti. İsmini cismini, kim ve neci olduğunu bilmediği birine bu denli sevdalanmasına akıl sır erdiremiyordu. Herşeye rağmen hallerinden memnundular. Yemek ve su molaları birbirlerine bakıp gözleriyle konuşmak için ayrılan zamanların en güzeli en özeliydi. Sanki bilmeden denk gelmişcesine çaktırmadan yanyana gelmeleri, onlar için elele tutuşamamaktan halliceydi. Günebakan çiçeği gibi ona her baktığında kalkıyordu sarı yazmalı başı. Utangaç mağrur gözlerinde parlayan ışığı sadece bakan görebilirdi. Kelimelere takılmadan sessiz sedasız, konuşmadan nidasız saatlerce sohbet etmişlerdi. Hergün kimseye farkettirmeden aynı saat, aynı noktada hep karşılıklı durmuşlardı. Hiçbir şifre çözemezdi bu gizi. Güneşin doğması günaydınları, akşam olunca batması iyi geceleriydi. Günler, geçen yaza göre aşklarına inat sanki daha hızlı geçmişti. Üç koca ayın nasıl geçtiğini anlamadı ikiside. Mevsim sonbahara dönecek, bir sonraki hasata kadar hatta daha kötüsü belki de hiçbir zaman bir daha görüşemeyeceklerdi. Son gördüğü günün akşamında hüngür hüngür ağlıyordu, sarı yazmalı günebakan. Aynı kaderi yaşamıştı o çok sevdiği ayçiçeğiyle. Onun gibi sabahları yüzünü güneşe dönüp kaldırmıştı başını. Şimdi sonu da onun gibi olmuştu. Güneşi batmıştı artık. O da hem kaderine boyun eğmiş, hemde başını öne eğmiş kurumaya yüztutmuştu çaresiz…