Dünya yenilmiş ve yorulmuş insanlar ile dolu.
Bana bir tane her şeyi tam bir insan gösterebilir misin? Hayır. Çünkü bu dünya imtihan dünyası Hafız.
Bir derdimiz bir sıkıntımız olmayacaksa eğer, bu hüzün yüreğimize yüreğimize neden nakşeder.Ben hüznümü seviyorum.Belki garip gelebilir ama neşemden daha fazla seviyorum.Geceleri gökyüzüyle sohbet edebiliyorum mesela.Veyahut bir bardak çaya dert anlatabiliyorum. Belki deli diyeceksiniz ama kendi kendime konuşup kendi dertlerime kendim çare üretiyorum.Şöyle esaslı bir türkü dinlediğim zaman anılarımı göz ucuyla ıslatmayı istiyorum. Hafızlik dersim bittiği zaman akşam belkide ıslak yastığımda gelecekte yaşamak istediğim anıları canlandırıyorum kafamda. Hayâllerle büyüyor ve kendimce bunu eğlenceli bir hâl yapıyorum. Ağlıyorum geceleri. Neden bilinmez ama hergün her gece ağlıyorum. Evet belki erkekler ağlamaz diyeceksiniz ama ben ağlıyorum. Vaz geçilmişler için yaptığım hatalar ve daha çok yapamadıklarım için ağlıyorum.Ve biliyorum ki benim gibi hüznünü seven nice cam gönüllü insan var.Bunu hissetmek, bu hissi duyabilmek ve dokunabilmek ile hayata aşina oluyorum.
Çağımızda o kadar çok insan var ki, hangisi insan hangisi değil karıştıracak hale geldik.Güzel gönüllü insanlara o kadar hasret kaldık ki, hiç görmediğimiz halde çok özledik.Eskiden kötü insanlar anlatılırmış hikayelerde.E iyi insan o kadar çok ki, hangisi az ise o dikkat çekiyor, onu dinlemek istiyormuş insanlar.Şimdi ise anlatılacak iyi insan kalmadı.Keşke eskiden iyi insanları daha fazla anlatsalarmış da, fırsat kalmasaymış dünyanın iki döneminde de kötü insanlara.Sende saatlerce anlatacak ve dinleyecek iyi bir insan arıyorsun biliyorum.Ama bulamıyorsan sana bir sır vereyim.Şu temiz gönül yoksulluğuyla yaşadığımız coğrafyada, gökyüzü insanlardan daha iyi olabiliyor.Ne zaman gitsen kapısı açık ve halinden çok iyi anlıyor.Bir kere olsun konuşursan ömürlük bir dostun oluyor.
Aslında bu devir çok basit bir kuralın devri.Ne olursa olsun, nasıl olursa olsun insan olarak yaratıldığımız dünyada, insan olmak için değil, insanlığa layık olabilmek için yaşayacağız.Seni çok üzüyorlar, çok kırıyorlar biliyorum.Sen iyi bir insan aradıkça daha fazla tükeniyorsun, görüyorum.Ama şunu unutma ki, iyiliğin karşılığı sadece iyiliktir.Merak etme, tasalanma, sabrını yitirme.Senin aradığın o iyi insan da şuan da seni arıyor.Ve birbirinizi bulmak ne kadar meşakkatli olursa, inan ki kavuşmak da o kadar güzel oluyor.
Allah'tan gelene 'of' değil 'af' deme vakti.
Senin aradığın dünya da tam olarak bu aşamada başlıyor.
Şimdi peki ya sen nasıl bu kadar rahat yaşıyor ve düşünüyorsun diye bilirsin. Benim hikâyem daha karışıktı be kardeşim! Ben daha 7 yaşında iken yan mahalledeki ağaç dallarına dalmaya giden arkadaşlarıma yapmayın günah dediğim zamanları hatırlıyorum! Daha 7 yaşında bana günahı anlatan olmadı yani anlatsalar bile anlayacak da yaş da değildim ama hep içimde bir gubte vardı. O yaşta dizi izlerken dizilerdeki aşırı islam dışı aşk lara bile Böyle aşk olmaz aşk bu kadar basit olmamalı derdim. Evet o yaşta bile uzaktan sevmenin nedenli açılım olduğunu bilir gibiydim. Bir çok iki yüzlü, çıkarcı ve yalancı insan tanıdım ben. Hepsinden uzak kaldım ve kalıyorum. Ama asıl beni onca yıla kafamı öne eğecek ve sonunda Allah'a kavuşturacak hikayem sekiz saniyelik bir rüya ile başladı...
Kendimi yorgun ve karanlık bir ormanda yerde yatıyor halde bulu verdim. Daha ne olup bittiğini anlamadan bir ses işittim. Birisi beni dürterek 'Uyan evladım uyan' diye sesleniyordu.
Yaşlı bir dede vardı yanımda. Yavaş yavaş doğrulmama yardım etti ve kucağıma küçük bir tepsi ile sıcak çorba getirdi.
Karnım çok açtı hiç bir sorgu sual sormadan başladım bir anda halbur halbur çorbayı içmeye.
Karnım doymuştu ve biraz olsun başımın ağrısı geçmişti derken dede beni kaldırdı yataktan ve bir masaya oturduk. Sobada kaynayan sim siyah bir güğümden çay yaptı ve birer bardak koydu önümüze başladık muhabbete.
Dede 65 yaşında ve 30 seneden beri burada tek başına yaşıyormuş. Çocukken bir kızı çok sevmiş ve 21 yaşında evlenmişler. 13 yıllık evli olduğu eşini kanserden kaybetmiş. Hiç çocuğu olmayan DEDE bu zamana kadar kendi çaba ve emekleriyle bu yaşa gelmiş. Ona neden bu kadar genç yaşta eşini kaybettin de sonra evlenmedin diye sorduğumda DEDE bana,
"Benim kimsesizliğim çocukken sırıl sıklam aşık olduğum eşimde kaldı yavrum" dedi.
Ve başladı anlatmaya,
- Ben bunca yaşıma kadar sadece bir kişiyi sevdim ama bu sevgi şimdiki zamandaki gibi sağda solda gizli gizli bulaşmalı aşklardan değil yavrum. Bizim aşkımız aynı bilir misin Züleyha'nın Yusuf peygambere olan aşkı gibi tertemizdi. Onu o kadar çok sevmiştiki Züleyha, hayatını ona adamış ve ağlamaktan gözleri kör olmuş, yıpralmaktan vucudu çökmüştü ve koskoca güzeller güzeli Züleyha yap yaşlı olmuştu ama o bütün bunlara rağmen her gün sevdiğini göremeden, duyamadan ona adamıştı hayatını. Yusuf olmuştu onun için bu dünya artık.
Evet Züleyha bir kadın,
Züleyha bir aşık,
Züleyha bir leyla bir mecnun,
Züleyha bir suretin aşık eseri,
Kutsal, gül yüzlü Yusuf'un aşkını kölesi,
Züleyha acının aşla yazdığı kadın,
Aşkın imkansızlığa vurulan kadın,
O sevdiği Yusuf'a iftira attıran kadın,
Züleyha bir duygunun ağrıyan yanı,
Züleyha bir ömrün sızlayan tarafı,
Aştan kalbine söz geçmediğinde ağlatan kadın,
O Yusuf'un korktuğu duası,
O kendi asrını en aykırı kadını,
O aşkın ayak izleri,
O aşkın gölgesine düşeli beri gömlekteki elin sahibi. Dedi DEDE.
Dedenin bunca sözünden sonra bir insanın nasıl olurda hayatı köylerde bağlarda ve bahçelerde geçer de buncasına dokunaklı ve algı yaratacak nadide cümleler kurabiliyordu şaşkınım doğrusu.
- Bak yavrum sabrı veren Allah ise dermanı verende odur elbet. Bilmiyorum mesala senin kim olduğunu nerede yaşadığını venelerden hoşlanıp hoşlanmadığını. Ama sen benim gözümde o kadar değerlisin ki bu değerin en büyüğü Allah sana vermedi mi. Bir düşün o kadar çok nimet var ki say demeye kalksam sayamazsın. Allah okadar merhametlidirki ne kadar çok günaha girersen gir samimi bir tövbe yaptıgında onu affedi veriyor ve bunu 10 kere degil 100 kerede tekrarlasan aynı şekilde affediyor. Buncasına insan oğluna verilen değer ayetlerle süslenmedimi.
Dede konuştukca benim içim kan ağlıyor oluyordu. Sanki yıllardır birşeyler eksiktide bu ne olduğunu anlayamadığım mekana düştüm ve yardım içinde bana bu yaşlı dedeyi gönderilmiş gibi hisseddim. Dedeyle sohbete devam ediyorduk, dedenin huzur veren bir evi vardı, heryer ağaçdandı resmen içeride doğa kokusu vardı. Dışarda bi okadar kar yağışın ve soğuğun üstüne içerde sıcacık bir soba ve onun üstünde durmadan kaynayan simsiyah köz gibi olmuş bir çay danlık. Allahım bide yanında muhabbetine doyum olmayan ak sakallı bir dede. Neden geldiğim ve ne için burada olduğum artık beni ilgilendirmiyordu, belki hakikatten çok uzaktım ve buraya hakikati bulmaya gönderildim. Dede çaylarımızı tazelerken bana bakarak,
- Sana bir soru sorayımmı evladım. dedi ve bende tabiki dede dedim.
- Ozaman söyle bakalım evladım kainatın yaratıcısı olan peygamber efendimizi severmisin ve onun için ne yaparsın?
Ben bu soru üzerine biraz hey heylenerek,
- Tabikide severim dede gerekirse canımı veririm onun için o efendilerin efendisi değilmidir ona can feda, dedim.
Söylemimden sonra dede bana gülerek,
- Peki tamam ben senden canını istemiyorum senden tek isteğim onun için 1 sünnetine uyman mesela onun giyindiği gibi giyin ve şehir merkezlerinde öyle gez, şalvar giy takke tak yapabilirmisin.
Dedenin bu sözüne ne diğeceğimi bilemedim, az önce hey heylenerek ben onun için ölürüm diyen ben şimdi basit bir sünnetini yerine getiremiyor nefsim. Dede beni derinden vurmuştu, kalbimin bir köşesinde bir noksanlıklar vardı ve dede bunu bilir gibi bana yara bandı takıyordu.
- Bak evladım bazen gecenin tam ortasında hiç kimsenin anlamadığı o sızı, öyle ağır bir yük yüklüyorki omuzlarına. Gecen dahada çekilmez bir hal alır biliyorum. Biliyorum çünkü onun için gönderildin. Herşeyin anlamsız gelmeye başladığı, yüzlerini bile görmek istemediğin o insanlarla aynı ortamı paylaşmandaki kötü his. Kimsenin olmadığı yerlere gitme hayalleri kurarken kafanın ağırlığından yerinden bile kalkmayı istememen, olan biten herşeyi kafana taktığın, yine herşeyi en ince ayrıntısına kadar kafana takıp düşündüğün. İleride geçirecegin yıllarının mutsuz olacagının düşüncesi gibi her sıkıntını ve sıkıntıları anlıyorum peki hiç sordunmu neden ben bu haldeyim diye?
Dede öyle bir anlatı veriyorduki içim gerçekten kan ağlıyor gibi hissediyordum.
Neden mutsuzdum?
Neden huzursuzdum?
Neden istediğim hiç birşey senim istediğim gibi olmuyordu? Butür düşüncelere kapılmışken dede devam etti sözlerine.
- Bak evladım aslında herşeyin gibi bunlarında bir sebebi var. Yaşadıklarımızdan, başımızdan geçenlerden ders almıyoruz farkındamısın?
Yada almakmı istemiyoruz?
Önümüzde bir şekilde çözük olduğumdan farkındayız ama neden hala aynı kafa ve zihniyetten vazgeçmiyoruz.
Reçetenin ne olduğunu bildğimiz halde neden o reçeteyi buruşturup bir kenarı atı veriyoruz?
Dünya hayatına aldandığımızdan olmasın?
Dedeni sözleri uzadıkça kemdi mi temizlenmiş hissediyordum. Bu bomboş dünyada sadece gezip eğlenmeye gelmiş gibi sadece yaşıyoruz. Allah ne ister onun için ne yapmalıyız yada ölüm kapıda dünya hayatı bizi kurtarmıyacak diye hiç düşündükmü hiç?
Zaman geçirme penceresinde sıkışmış kalmışız. Anlatılanları dinlemiş gibi insanları seviyormuş gibi davranıp davranıp duruyoruz. Umudumuz yok çünkü. Yanlış kişi ve olaylardan yanlış belirtilere girdik. Modern çağ adeta bir geri dönişüm makinesine benziyor. En ufak bir boşluk bulduğunda, senin sıkıldığını hisediği bir anda, elinde seni oyalayabileceği, zamanını boşa geçirmene sebeb olabilecek her ne varsa hemen bir yeni versiyonunu koyuyor önüne.
Gözlerimizin önünde her ne varsa elimizde, cebimizde ve evimizde bizi oyalayan ne varsa her biri de boş eğlencelerin üzerine kuruludur. Çağımızın bizlere zorla dayatmış olduğu bu eğlence keşmekeşliği arasında bir o tarafa bir bu tarafa sürüklrnip dururuz. Ruhumuz bulanıyor ama sesimiz çıkmıyor yinede.
Sabah uyan işe git para kazan eğlen zaman geçir ve sonra öl.
Böylesine kısır bir dögü içinde kaybolmuş insan, asıl görmesi gerekeni göremez ve asıl umut etmesi gerekeni umut etmediğinde birde bakmışki tüm beklentilerini insanlardan beklemeye başlamış.
Dedenin sözlerinde ve konuşmasında ne kadar boşa yaşadığımı anladım. Dedeye tekrar dönüp peki ya dede Aşk için neler söylersin dedim, senin gibi seven görmedim duymadım var bunda bir hikmet dedim ve dede başladı yine muhabbete.
- Bu konuyu en iyi şekilde bir hikaye ile anlatayım. Zamanın birinde aşık bir delikanlı varmış.
Aşıktı delikanlı. Sevgilisinin isminden başka bir şey bilmediğinden mi, konuşmaya mecali olmadığından mı bilinmez, arkadaşı anlatıyordu onun halini yaşlı bir bilge adama:
- Gözleri günlerdir uyku görmedi efendim, diyordu, yemiyor, içmiyor, işi gücü, gecesi gündüzü havası suyu o kız oldu sanki. Ne desem kar etmiyor, son bir çare diye geldik size. Halbuki sen bir garip çobansın, o padişahın kızı, davul bile dengi dengine dedim ya, dinlemiyor efendim, ama herhalde aşkın gözü kördür diye de buna diyorlar, değil mi efendim…
İhtiyar adam bu esnada gözlerini dikmiş, iskeletinin üstüne deriden bir zırh giydirilmişcesine zayıf, çelimsiz, saçı sakalına karışmış, uzaklara dalıp dalıp giden, gözlerinde aşktan gayrısı kalmayan diğer çobanı süzüyordu. Sonra bir ah çekti, yüzünü nefes almadan konuşmasını sürdüren delikanlıya çevirip tebessüm etti.
- Kolay evlat kolay, dedi, çaresizseniz çare sizsiniz. Ve tane tane anlatmaya başladı.
İki genç çobanın, çökmek üzere olan bu dağ kulübesinde dertlerine derman aradıkları ihtiyar adam, aslında padişahın bütün dertlerini paylaştığı, her meselesini danıştığı bir bilge idi. Yıllar önce padişah kendisini tanıyıp sevdiğinde bir tek şey istemişti ondan; burada yaşamaya devam edecekti ve kimsecikler bilmeyecekti kim olduğunu. O günden beri de bu kulübede yaşıyor, gelen geçene ikram edip, gül alıp gül satıyordu. Padişahın kızının aşkıyla eriyip muma dönen genç çoban ve yanındaki kadim dostu nereden bilsinki bu garip ihtiyarın padişahın gönlüne sultan olduğunu.
Aşık genç, ihtiyar adamın anlattıklarını dinledikten sonra, her şeyin bittiği anda başlayan son ümide sımsıkı sarılanların o saf ve tertemiz teslimiyetiyle:
- Sahiden bu kadar kolay mı efendim, dedi, yani o mağarada elimde tesbih , kırk gün Allah dersem sevdiğime kavuşabilir miyim, onunla evlenebilir miyim?
- Evet , dedi bilge, kırk gün o mağarada gece gündüz Allah diyeceksin, kırk gün sonra padişahın kızı senindir.
İki dost hemen yola çıktılar, aşık çobanın yüzüne kan, dizlerine derman, yüreğine yeniden can gelmişti. Arkadaşına sarılıp, elinde tespih, gönlünde aşk, yüzünde ümit çiçeklerinden örülme bir tebessüm, mağaranın yolunu tuttu. Gelir gelmez hiç vakit kaybetmeden diz çöktü, dualar etti, gözlerini kapattı, kalbini padişahın kızına bağladı, eline tesbihini aldı ve dudakları kıpırdamaya başladı: Allah, Allah, Allah…
Günler günleri padişahın kızının hayaliyle tespih taneleri gibi kovalayadursun, mağaranın yakınındaki köyleri bir söylenti çoktan sarmıştı. Herkes birbirine karşı dağdaki mağarada gece gündüz Allah diyen gençten bahsediyordu. Cami çıkışında ihtiyarlar, çeşme başında kadınlar, tarlada işçiler, top oynarken çocuklar, herkes onu konuşuyordu:
- Şu karşı mağarada bir genç varmış, kendini Allah’a adamış, gece gündüz durmadan Allah diyormuş, Allah Allah …
Aşık dostunun ne halde olduğunu merak eden genç çoban, mağaraya geldiğinde üç hafta geride kalmıştı bile. Bizimkinin gözleri kapalıydı, dudaklarının da kıpırdamadığını görünce, uyuyakaldı herhalde diye düşündü. Tespih tanelerinin parmaklarının arasında dolaşmaya devam ettiğini görünce de, bu nasıl uyku diye sordu kendine. Bu sırada gözlerini açan genç adam , karşısında arkadaşını görünce, günlerdir yalnızlığıyla paylaştıklarını birbiri ardınca anlatmaya başladı: Kırk günün yarıdan fazlası geçmişti, o durmadan Allah diyordu, ama ne padişahın kızı vardı, ne bir haber, ne bir ümit kırıntısı… Acaba, diyecek oluyor, yutkunuyor, hayır diyor, tespihine bakıyor, bir kalp gibi atan sağ el işaret parmağını sabitlemeye çalışıyor, avuçlarını sıkıyor, gözleri doluyordu. Vedalaştılar. Ay ışığında dostunun gözlerine yayılan başkalık dikkatini çekmişti genç çobanın.
Aşık çoban yeniden eline tesbihini aldı, gözlerini kapattı, boynunu neye bağlayacağını bilemediği kalbine doğru büktü, dudakları kıpırdamıyordu artık, sustu gece, mağaranın duvarları sustu, tükendi her şey, hiç tükendi, an bitti, sadece bir söz kaldı: Allah…
Kırk günün dolmasına üç-beş gün kala, mağaradaki dervişin namı bütün ülkeyi sarmış, nihayet sarayın koridorlarında konuşulur olmu ştu. Meselenin aslını merak eden padişaha, bu insanların bir yerde sürekli kalmadıklarından, bulundukları mekana bereket getirdiklerinden, ne yapıp-edip bu dervişi ülkelerinde yaşamaya ikna etmeleri gerektiğinden uzun uzun bahsetti başveziri . Ne yapması gerektiğini artık bilen padişah, nasıl yapması gerektiğini bilemediği bütün zamanlarda yaptığı gibi, dağ kulübesinin yolunu tuttu. Hürmetle diz çöktü bilge ihtiyarın önünde. Derdini anlattı, derman diledi. Sarayının yanına bir saray yaptırmaktan, o dervişi veziri yapmaya, sancak-tuğ vermeye kadar saydığı her şey, bilgenin:
- Hünkarım , gönül erleri mala-mülke, makama-mansıba itibar etmezler, demesiyle son buldu.
Kaderdi bu, padişahlarla köleleri aynı eteğin önünde diz çöktürür, birinin derdini diğerine derman eyler, ikisini de aynı tebessümle bahtiyar ederdi. Güldü ihtiyar:
- Neden kerimenizin nikahını teklif etmiyorsunuz sultanım, dedi.
Şaşırma sırası padişaha gelmişti.
- Nasıl yani, diyebildi, bu şerefi bize lütfederler mi, kabul ederler mi?
Kırkıncı günün güneşi batmak üzereydi genç aşığın mağarasının üstünden… Padişah ve ihtiyar bilge en önde, arkalarında vezirler, onların arkasında halktan meraklı bir kalabalık ve en arkada da olup bitenlere bir mana vermeye çalışan aşık çobanın arkadaşı, mağaraya doğru yürümeye başladılar. Bu arada bizim aşık kendinden öylesine geçmiş, tespihiyle öylesine bir olmuştu ki, gelenler içeri girseler ve bir tesbihten başka bir şey bulamasalar şaşırmazlardı.
Padişah edepte kusur etmemeye çalışarak içeri girdi, ellerini birbirine bağladı, duyulması güç bir sesle;
- Efendim , dedi, sizi ziyarete geldik.
Yavaşça başını çevirdi aşık , sonra bütün vücuduyla döndü, gözlerinde en ufak bir şaşkınlık emaresi yoktu, sapsarı bir heykel gibiydi. Herkes heyecan içinde. Vezirler, halk, genç çoban, mağara, tespih, sessizlik, duvar… Hatta güneş bile batmaktan vazgeçmiş, kafasını mağaranın içine doğru uzatarak olan biteni görme telaşındaydı.
Padişah meramını anlattı, türlü tekliflerde bulundu. Ne saray, ne vezirlik, ne tuğ ne de sancak, hiç birinde gözü yoktu dervişin.
- Efendim , diyebildi en son, sessizce, benim bir kızım var efendim, zat-ı alinize layık değil belki, ama lütfeder nikahınıza alırsanız bizi bahtiyar edersiniz…
Kırk günlük çile nihayet bitmiş, olmaz denilen olmuştu. İşte aşık maşukuna kavuşacak , murad hasıl olacaktı. Bizimkinin arkadaşı sevinçten ağlıyordu. Soru ve cevap sanki bu soru sorulsun, cevabı verilsin diye yaratılmıştı. Sessizlik ilk defa bağırmak, haykırmak istiyordu ve bütün gözler genç adamdaydı.
Usulca doğruldu oturduğu yerden, etrafını şöyle bir süzdükten sonra, gözlerini padişahın gözlerine dikti, sarhoş gibiydi. Kendinden emin bir ifadeyle:
- Hayır , dedi, kızınızı istemiyorum.
Birden ortalığı bir sessizlik kaplayıverdi. Padişah mahzundu, halk hayret içindeydi, vezirler şaşkınlıkla birbirine bakıyor, bilge tebessüm ediyordu. Aşık çobanın genç arkadaşı yaşlı gözlerini silip, birden ileri atılarak bozdu sessizliği. Dostunun yanına geldi, kulağına eğilip:
- Sen ne yapıyorsun, dedi, kırk gündür bu çileyi ne diye çektin sen, neyi reddettiğinin farkında mısın?
Güldü aşık çoban gözleriyle ihtiyar bilgeyi arayarak:
- Ah dostum, dedi, ben kırk gün padişahın kızı için Allah dedim, Allah padişahla vezirlerini ayağıma getirdi. Ya bir de Allah için Allah deseydim?
Dedenin anlattığı bu hikayeyi duyunca gözlerimi tutamadım ve sevmenin ne büyük bir erdem olduğunu nekadar temiz seversen onun üzerine de ne kadar uzaktan seversen o sevgi sabır ile Allah sevgisine dönüşüyormuş.
Dede bu anlattıklarına hitaben birde sarmaşık dan bahsetti. Aşk kelimesinin türediği bir sarmaşıkdı bu. İsmi AŞEKÂ idi!
Bir rivayete göre, aşk kelimesi Farsça ‘aseka’ kelimesinden, diğer bir rivayete göre de Hindistan’daki ‘aşeka’ adı verilen sarmaşık türü bitkiden türemiştir dedi Dede. Adına ‘aşeka’ denilen bu bitki bildiğimiz sarmaşığa benzermiş. Aşeka, bir ağacın veya bir başka bitkinin yanında topraktan çıkar ve ona sarılmaya başlarmış. Sarıldıkça o ağacın gövdesine yapışır ve zamanla o ağacın gövdesinde erir ve ağacın gövdesinde kaybolup gidermiş. Bazen de sarıldığı ağacı öyle sarar sarmalarmış ki, bir yandan ağacın suyunu emerek beslenirken bir yandan da onu zayıflatıp soldurur ve bir zaman sonra da kurutarak öldürürmüş.
Hal böyleyken aşkın delice hali ne tarz sonuçlar doğurur bilemiyorum. Bilemiyorum çünkü akla mantığa sığmayacak her şey olabilir. Zaten aşk varsa muhtemelen akıl ve mantık devre dışıdır. Aşk din, dil, ırk, renk, ideoloji, töre dinlemez. Aşk bildiğini okur. Sonuçlarını değil başkaları, aşka sahip olan kişilerin dahi bilmesi mümkün değildir. Ruhu sarsar, bilinci yok eder. Aşk mutlulukla karıştırılmamalıdır.
Bak evlat;
Güldürür, ağlatır, şaşırtır, sevince boğar, hüzünlere iter, hastayı iyi eder, iyiyi hasta eder. Durmadan aranır, bulunduğunda kaybedilir. Belki de yoktur, hiçbir zaman da olmamıştır. Serap gibidir, oradadır ama yoktur. Nice kalpleri yumuşatır, kötülüklere son verdirir ama nice kalpleri de kötülükle doldurur, kin kusturur. Garip bir hastalık gibidir, özgürlüğünü alır elinden, kafestesindir ama bundan büyük haz duyarsın. Sevdiğin diğer her şeyden vazgeçebilirsin, sevmediğin her şeyi sevmeye razı da olabilirsin. Bir anda etrafındaki her şey anlam kazanır, ne var yok hepsi anlamını yitirip anlamsızlaşır belki de, kim bilir… Zaman mekan kavramları tarihe karışır, neredeydin, ne yapıyordun, seslenen kim, okunan sela kimin, hiçbiri merak ettiğin sorular değildir. Gelmeyecek olanı beklemek, gerçekleşmeyecek olanı düşlemek, sevmeyecek olanı sevmek, affedilmeyecek olanı affetmek, mucize olacağına inanmak ve bütün bunların olabileceğine kendini inandırmaktır aşk. Doluya koysan almaz, boşa koysan dolmaz. Hakkında ne yazsan ne anlatsan boştur. Kişi ne yaşarsa onu bilir, onu anlar. Belki de bir yanılgıdır, bilerek, isteyerek yaşanan bir yanılgı, yani seveceksende AŞEKA gibi sev hatta AŞEKA'YI sev diyerek birde Şiir ekledi cümlelerinin sonuna Dede;
Var mı beni içinizde tanıyan?
Yaşanmadan çözülmeyen sır benim!
Kalmasa da şöhretimi duymayan,
Kimliğimi tarif etmek zor benim.
Kimsesizim hısmım da yok hasmım da…
Görünmezim cismim de yok resmim de..
Dil üzmezim tek hece var ismimde,
Barınağım gönül denen yer benim.
Bülbül benim lisanımla ötüştü,
Bir gül için can evinden tutuştu,
Yüreğine toroslardan çığ düştü,
Yangınımı söndürmedi kar benim.
Niceler sultandı, kraldı, şahtı;
Benimle değişti talihi bahtı;
Yerle bir eyledim tâc ile tahtı;
Akıl almaz hünerlerim var benim.
Kamil iken cahil ettim alimi,
Yahşi iken yahşi ettim zalimi,
Yavuz iken zebun ettim Selim’i,
Her oyunu bozan gizli zor benim.
İlahimle Mevlana’yı döndürdüm,
Yunus’umla öfkeleri dindirdim,
Günahımla çok ocaklar söndürdüm,
Mevla’danım; hayır benim, şer benim.
Sebep bazı Leyla, bazı Şirin’di;
Hatrım için yüce dağlar delindi;
Bilek gücüm Ferhat ile bilindi;
Kuvvet benim, kudret benim, şer benim,
Yeryüzünde ben ürettim veremi;
Lokman Hekim bulamadı çaremi;
Aslı için kül eyledim Kerem’i;
İbrahim’in atıldığı kor benim.
Benim adım aşk!
Allah hepimize iyilik, doğruluk aşkı nasip etsin diyerek cümlelerini ve nasihatlarini bitirdi dede.
-Gitme vaktin geldi delikanlı.
-Yavrum benden bu kadar sana vere bileceğim en iyi ilaçları verdim gerisi senin ellerinde dedi ki hiç bir şey anlamamıştım. Gitmeden söle bakalım adın nedir senin dedi, bende küçük bir tebessüm ile,
-ALİHAN dede dedim.
Ve o anda gözlerim açıldı bütün bu olan bitenin bir rüya olduğunu anladım ama çok mutluydum bundan sonraki hayatıma hep dedenin bana anlattığı sözleri işleyip yoluma devam edecektim.
Uyandığımda ne kadar çok kan ter olduğumu fark ettim.
Onca senemi sanki rüyamdaki o kusursuz dede önüme dizdi ve benim gönlümü bir güzel temizledi.
Keşke dedim içimden, bende o dede gibi sevseydimde, hayatım o nun gibi olsaydı. Eşim nerde olursa olsun kalbim onun için atsaydı.
Şehrimdeki arabalar kabul etmiyorlardı tasavvuf/aşk yolunu. Biz çekiştirsek bile kaderi, elinden tutsak da yanlışların; arabalar yolun sonunu bir türlü getiremiyorlardı. Biz öyle yüzsüz, öyle deli yolculardık ki, hangi kapının açıldığını bilsek, şoförümüzün gözyaşı olduğu bir düzende, kapımızı da onun açmasını bekliyorduk. Şehrime hoş geldin yâr! Artık aynı şehrin iki esir yolcusuyuz. Sana kızmayı o kadar çok istedim ki, sana kızamazken, kendime kızar oldum. Şehrim kadar sevmedin beni, şehrim kadar örtmedin arzuhâllerini.
Şimdi gözlerimdeki nefreti gökyüzüne asıyorum. Artık işte eskisi gibiyim, kendime sonsuz güveniyorum. Bana gelseydin, yastıktan gülüşler bırakacaktım yatağına. Yabancı bir yatakta uyuyorken sen, hiç yadırgamayacak tın düzenini. Bir telefon gelse şimdi, telefon ayaklanıp, “Ben geldim” dese… Yok, bahanelerin kitabında yazmazdı mizahi bahaneler… Bir telefon gelse senden… Sesinde, soluğunda, adımlarında, gözlerinde ve seviyorum kelimende uyuyamadım hiç, örtseydin üstümü yabancı merhabanla, ona da razıydım. Şehrime aşk köprüsü oldun, hayallerim sokağımdan geçmezken, yeniden ilhamın kollarında kavalye oldun. Artık aynı şehre sığabiliyoruz. Yalnız benim şehrim seni uzun süre barındırmaz. Sen küçük aşkların küçük yaramazısın. Ben koca bir şehirde büyük aşkların büyük yalancısı…
Şehrimdeki ‘asfalt yol aşk’ adımlarını kabul etmedi. Ben senli rüyalara uyanırdım, sen, bencil günaydınlara merhaba derdin, olmazdı, olamazdık, olamadık. Sabah konuşmak üzere… Fısıltısını duyuyor musun? Aynı şehirde yaşıyor olma ihtimali bile yüzümde gelincik çiçeği açtırdı, bunu bahardan sanma. Ben bahar görmedim ki yokluğunda, baharın ilki nasıl olurdu; bilemedim. Bir bahar vardı, sondu, sonbahardı… “Sana geldim” diyebilecek cesarete sahip olabilseydin, bana gelseydin, yine kendimden ayrılır, sana dönerdim. Burası gururun başkenti artık!
Benden ötesinde sen olmaz, benden öncesinde, ben evinde sen olmadığı, olamayacağı gibi… Aynı şehrin güneşine merhaba diyeceğiz. Bu bile umut parfümü. Üstüme sıktım, sensizliğin kokusu gitti. Benimsemişim, çok alışmışım meğer. İnsan, unutmuyordu aslında. Sadece, zamanla, alışması gerektiği bir vakitte alışıyordu yokluklara. Alışıyorum zamanla. Kelimelerimle gülüşmeyi öğrenmişiz mesela.
Yarın, yarından sonraki yarınlarda olmayacağını bildiğim hâlde gülüşüyoruz harflerimle, kelimelerimle… Belki de gözyaşı kovam çok doldu, o yüzden birikmiyor; kovayı boşaltıp, yeni gözyaşları biriktiremeyecek kadar da yorgunum. Sana bir iyi, bir de kötü haberim var. İyi haber, seni unutmadım. Bak, yutkundum, gözlerim doldu. Bâkiymiş acı sızılarım… Kötü haberim ise, sana gelmeyi unuttum. Tekrar hatırlayabileceğimi de hiç sanmıyorum. Buralar gurur başkenti artık!
Küçük sevmelerle büyük sevmeler birbirleriyle yarışamaz. Yüreğimden gelen her şeyi yaptım, yüreğimden sen geldi, ben geldi, biz geldi, sonra elimden her şey geldi; fikrimden geldi, ömrümden geldi, senli yaşamak geldi; sen özünle gelemedin be Aşekâ.
Yalanlar buruk acının sözde mert kardeşi. Misafirden aciz değilim, bir tek onu alamam. Artık yalanları alamayacak kadar yorgun perverim. Misafirperver eziyetlerim yorgun perver iklime yenik düştüler. Şehrimin güzelliğine hayranmışsın. Ben onu hiç sevemedim. Belki de sen olmadığın içindi, bugün seviyorum. Şu anda seviyorum. Odamın bile rengi değişti sanki, şehrim kahkahalarla gülüyor. Aynı şehirde konaklama gerçeği…
Ne kadar kalırsın bilmem; gönlümde kaldığından çok olamaz elbet. Giderken gönlümden de seni alır mısın? Fena acıtıyorsun, yepyeni sevmelerle sarmaş dolaş olacağım.
Bakma öyle, incitme gözlerinin kurşunuyla; vurma. Böyle olmasını isteyen sendin, kader de dostunmuş meğer, seni seçti, ben olurlara meylederken, sen olmaz derken, kader olmazlarını seçti. Ah diyorum, ne güzel bir yalnızlıksın sen… Üstüne alınma, şehrimin yalnızlık kokan hüzün bedenine sesleniyorum. Sana bir hediyem var: Benden kendini almaya cesaret edemedin, sana kalbimi veriyorum. Bir kalbin yoktu madem, kalbimi al. Kalpsizleri sevmez aşk müptelaları. Yalnız kalmasın kalbim, ben ona iyi bakamadım.
Al, senin olsun. Bakma öyle, bu şehir ikimize dar. Ya ben ölecektim, ya sen yaşayacaktın. Her hâlükârda ben ölecektim sensiz. Çelişkilerim melodilerine âşık olmuşlar.
Hoş geldin şehrime yâr! Ölüm geldi dediler, inanmadım. Kalbimi almaya gelmişsin. Seni yazmaya başlamadan Yine de hoş gelmişsin.
Hani bazen öyle daralıyor ki insani
İçi öyle bir daralıyorki,
Nefes alamaz oluyor.
Gözlerinde bulanıklık,
Boğazında düğüm oluyor.
Sevdiğin yoksa yanında bir boşlukta hissedersin kendini hafız. Sessizliği yeterince dinlersen, solundan cümlelerin sızdığını hissedeceksin. Al eline kağıt kalem korkma. Kapat gözlerini ve o hiç olmayan tanımadığın adını bile bilmediğin gelecekteki eşine yaz içindeki bütün aşkını.Bazen olur da sıkılırsan kaynat demlikte çayını ve yine al kalemi kağıdı eline sanki yanındaymış gibi anlat ona sıkıntılarını dertlerini sanki duyuyormuş da gelecekte karşılaşacagınız gün size teselli olacakmış gibi yaz. Bilirmisin ben hayatımda hep inişli çıkışlı vakitler geçirdim. İlk okulu İSTANBUL SULTANBEYLİDE Akşemsettin orta okulunda okudum 5 yıl. Bu beş yılda hiç bir başarı elde edemedim hemde koskoca bir hiç.
Daha ben 4. sınıf bitmişti derken bile bir çarpım tablosunu bile ezberleyememiştim, evet ders çalışmayı sevmezdim.. Bir Süleyman erden diye öğretmenim vardı ve gerçekten övgüyü hak edebilecek insanlardan nadide biriydi ve bilir misin ben ilk okulda bile sayısız kez aşık olmuştum, demetler güneşler esmalar bitmezdi, e çocuğumda zaten. Yaşıtlarım o zamanlarda çizgi filmler izlerken ben aşık olduğum kıza uzaktan uzaktan süzer hayâller kurardım. Çocukken sevmeyi oğrenmiştim kendi kendime. Ama bilir misin ben hep uzaktan severdim hiç bir zaman açılmamıştım ve elini tutmayı bile hayal etmezdim. Çünkü bana göre sevmek buydu. Sevmek uzaktan en güzel sekilde hayâl kurmaktı. Vel hasıl 8 yılımı aynı okulda bitirdikten sonra açıktan liseyi okumaya başladım ve şimdi tüm içtenlikle söyleye bilirim ki hayatımın en saçma kararıydı.
Daha 15 yaşındaydım ama her şekil de her şeye susardım içime kapanık bir insandım. İnsanların bazen başı boş yaşamaları bile bana o yaşta saçma geliyordu, kim bile bilirdi ki böylesine küçük çocuğun buncasına büyük düşündüğü.
Şuan bile düşünüyorum dünyada en çok güvendiğiniz değer verdiğiniz insanlar bile sizi arkadan vura biliyor bazen. Hemde hiç belmedikleriniz yapıyor bunu.
Mesela şunu fark ettim insanlar üzüldüğünde yalnızlaşıyor. Kötü hisediyor. Kötü hissedince tek başına ağlamak gibi çok büyük bir yükün altına giriyor. Odanda tek başına bir gece yarısı yorganları ıslatmayı başarıyorsun. Ben busefer yorganları degilde kağıtları ıslatmaya karar verdim. İnsan içindekileri yazdıkça ve kağıtlarla konuşa konuşa kendi benliğiyle konuşur olurmuş aynı zamanda kendini biraz olsun tartar tekrar tekrar dizayna sokarmış. Kendini dinlemeye başlıyor, dinledikçede bilmeyi, bildikçede az da olsun Allaha yakınlaşıyormuş.
Aslında o hep var ama biz onu hep yalnız halimizde biliyoruz. Ancak aciz hissetiğimizde, başımız bir derte girdiğimizde ve bir şeye ihtiyacımız olduğunda ellerimizi semaya kaldırıyoruz.
Ama bunu bildiğin halde ne olursa olsun nezaman başın sıkışsa arkanda öyle büyük bir güç varki biraz hüzünlensen biraz yardım istesen bütün hataların ve günahlarına rağmen tutuyor elinden.
o öyle bir güçki,
'Herkes bir gün gider korkma ben hep burdayım' diyor.
'Herkes küser korkma ben hep burdayım' diyor.
'Herkes unutur ama korkma ben asla unutmam' diyor.
Peki şimdi söyleyin onu bulan neyi kaybetmiş ki sizce, yada onu kaybeden neyi bulmuş ki?
Bazen düşünüyürumda hayat diyorum, hayat ne kadar zor. İnsanların çoğu televizyonda izlediğimiz saçma sapan tamamıyla yalan olan aşk dizileriyle kafasını bulandırıyor. Ne oldu bize? Neden biz bu haldeyiz? hiç düşündükmü. İnsanlar çok değişti be kardeşim, kimsenin kimseye güvenesi kalmadı. Hani bazen derlerya Erkekler ağlarmı? Ağlar kardeşim.
Bazen neden hiç unmadığım konumda olduğumu neden daha ilerlerde kendimi hayal ettiğim gibi bulamadığımı düşündüm. Neden dedim bende herkes gibi. Çok geride kalmıştım. Yorgunum aslında.
Söyleyebileceklerimin hepsini anlatsam,
Anlattıklarımdan milyon fazlası takılır boğazımda.
Biliyor musun , konuşmaya bile mecalim yok aslında.
Her şeyi bırakıyorum da bir kenara, İyi ki diyorum, iyi ki duam var, iyiki hayallerim var.
Şöyle uzansam yıldızlara doğru. Bir geceliğine olsun bıraksam düşünmeyi, Tutsam gönlümün yakasından,
Silkelesen omuzlarımda ki tüm beklemeli kederleri.
Sussam.
Susarak konuşsam, yazarak anlatsam kendimi insanlara.
Anlatsam,
Anlasan ne güzel olurdu aslında.
Bir eşim olsa mesela beni benden daha çok anlayan, beni benden daha çok sınayan. Bir insan içindekileri içine anlattığında şişermiş, üstünden kalkamazmış dertlerinin. Keşke biri olsa da ona anlatsam içimdekileri, keşke gözlerime baksada anlasa benim bütün benliğimi.
Bir eş hayal ettim bende, ve bu bütün olan biteni , içimdekileri ona anlatır gibi anlattım. Hayal olduğu için hayal ismini verdim. Yalnız ve tek olduğu için isimlerin en güzeli ve aşk kelimesinin kökeni olan Aşekâ ismini taktım.
Bu benim hayalimdi ve herşey benim istediğim gibi oluyordu. Ben ne istersem orda o olurdu, ben neye sıkılsam orda ona anlatıyordum. Hayal sonuçta. Ama bu içimdekileri bir gün dinleyecek elbet o kaderdeki insan çıkcak karşıma ve elbet bir gün hayaller gibi yaşayacağız biz.
Biliyormusun hayâl (Aşeka), çok merak ettiğim bir şey var.
Her göz aynı mı görüyor acaba?
Her kalp aynı mı seviyor ?
Değişir mi yoksa insandan insana;
Kimsenin göremediğini görüyorum da ondan soruyorum... Kimsenin hissedemediğini.
Yüzü berrak bir deniz,
Gönlü Ay'dan düşmüş gibi.
Öyle geliyor gözlerime, ve ben uyuyamıyorum geceleri.
Başımı yastığa koyduğumda zihnimden hiç çıkmayan, yeri geldiğinde uyutmayan senin güzelliğin benim ise Hayâllerim var.
Ama kimilerinin hayalleri ne için olursa olsun. İnsanın, insana nasip olduğu yerde bizim Hayâllerimiz.
Bir ev düşündüm hayalimle, çok tepelerde insanlardan ve teknolajilerden çok uzakta bir yerde.
Küçük bir evin içinde sadece hafizem ve ben. Her sabah uyandığımızda çok büyük yeşilliklere açılan bir pencere. Ve her gece tek masada o manzara karşısında bir bardak çay ve onun yanında eşsiz bir muhabbet.
Ne çok birikmiş anlatacaklarım. Ne çok susmuşum ben bu ara. Ne çok yara almış kalbim. Umutlar biriktirmiş, hayaller kurmuşum. Öyle ki bazen.. bazenler sığmıyor, yetmiyor biliyor musun ? Şimdi bir sahil kenarında oturmuş denizi izlemek istiyorum. Ama sadece izlemek hiç düşünmeden.. Gözlerim dolmadan, kursağıma harflerim dizilmeden. Sadece izlemek.. Kafanda soruların olmadan cevapları beklemeden sadece öylece bakmak. Bazen kendimi karşıma alıp anlatmak istiyorum olanı biteni. Yaptığı yanlışları, verdiği fazla değerleri, fedakarlıklarını, yüzmeyi bilmediği denizde boğulmalarını, çırpınışlarını.. alıp karşıma böyle böyle yaptın yapma demek istiyorum. Dinlen demek istiyorum. Sessizce kal, kafanda olan sesleri sustur, dinleme demek istiyorum. Ama diyemiyorum. O sesler öyle güçlü ki.. O kalp ağrısı o kadar sancılı ki.. .Âh kalbim.. Âh!” diyorum. Bilemedinmi ölçülü sevmeyi, bilemedinmi hiç fazla aşık olmamayı.
Nerelere saklasam seni bilemedim Hayâlim. Nereye koysam ki, görmese hiç kimse. Bakmasınlar bende saklı olan Ay yüzüne ve gözlerine.
Yıllara saklasam ömür yetmiyecek. Dünyaya gömsem toprağa sığmaz. Nereye koymalıyım bilemedim. Nereye saklasam ki bulmasalar seni. Gecelerimi aydınlatan güzelliğini. Nereye koysam ki görmeseler Ay gibi olan kalbini.
Tasavvufun baş tacı olan bu kelime yüzyıllardır önümüze sunulur. “Edep yahu edep”
Sahiden edep nedir?
İnsanların tanımlamadığı bu 4 harf aslında insanın tam da odak noktası olan kalbidir. Kalbe göre şekillenir tanımı. Bazen iççekiş, bazen ise dibeçöküş…
Belli kurallara uyarak, doğruların ve yanlışların göreceli olduğu bu evrende toplumun belirlemiş olduğu yazısız insan kanunudur bir nevi.
Peki ya somut bir göstergesi yok mudur?
-Elbette vardır.
İnsanların arkasından konuşmamaktır edep.
Bir araya geldiğimiz arkadaşlarımız yahut bize yakın gelen insanlarla iki kelam laflayalım cümlesinin gizli öznesidir. Kahveleri içerken, çayı yudumlarken tatlı niyetine iyi gider. Cümleleri toparlayan kişi ise dedikoduya dair bir- iki cümle daha koyar ve noktalandırdığını düşünerek ballandıra ballandıra devam eder. –Edep yahu edep-
Kalpleri kırmamaktır edep.
Bir anlık sinirle, öfkeyi kontrol edememe sonucu kırılır kalpler. Bazılarının kalbi cam gibidir. Dokunursan incinir, vurursan kırılır. Onun içindir ki kalp insanın en önemli duygularını yaşadığı organdır. Hassastır. Dokunması da güçtür, vurması da. –Edep yahu edep-
İnsan ayrımı yapmamaktır edep.
İnşaat işçisinin yanında da Karun kadar zengin bir insanın yanında olunduğu gibi şeffaf ve adaletli durabilmektir edep. Zenginin parası, işçinin duası şeklinde maddi-manevi boyut dışında gerçeğe ulaşabilmeyi sağlamaktır. Eşit olmaktır.-Edep yahu edep-
Sevmeyi bilmektir edep.
Bilgiyi doğru şekilde aktarmaktır.
Kıskançlık yapmamaktır.
Doğruyu anlatmadan anlamaktır.
Dürüst olup yalan söylememektir.
Lokman hekimin de dediği gibi “Ben edebi, edepsizlerden öğrendim.
Edeble sevip, bekleyişe geçtim seni hayâlim
Çok uzun zaman oldu be hayal,
Artık kurduğum hayallerden kaçmak istiyorum, bana bile uzak geliyor o hayaller bana bile.
Kimselere anlatasım gelmiyor bütün bunları. Ama tek sen dinlersin tek zamanı geldiğinde sen cevap verirsin diye yazıyorum sana.
Hiç duymadığın kelimeleri sakladım sana Hayâlim.
Hiç koklamadığın çiçekleri topladım. Dünyanın gönlünden sevgiyi kopartıp
Bütün aşk hikayelerini sana adadım Hayâlim.
Bir gece çizdim ikimize. Ay ve yıldızdan komşular yaptım. Derin bir sohbet koydum masaya. Merak etme, çayın altınıda yaktım. O kadar çok şey var ki sana biriktirdiğim. Şu küçük kalbimde o kadar büyük bir aşk var ki; Bütün avuçları toplasalar sığmaz. Tüm perdeleri kapatsalar yinede saklanmaz. Ve tüm ateşleri yaksalar yüreğimin tam ortasında Zerre kadar olsun canımı acıtmaz. Bir gün gelirde bir olursa evimizin kapısı. Aynı deftere yazılacaksa eğer alnımızın yazısı.
İşte o zaman bütün benliğimle Ceylan gözlerine bakacağım. Saatlerce, günlerce ellerinden tutup Dualarımın hepsini şükürle anacağım. Ve fısıldayacağım kulaklarına Hoşgeldin diye. Zaten buradaydın Dualarımdaydın, hiç gitmemiştin ama Tekrardan hoşgeldin Hayâlim, sana kurulu olan bu ömrüme.
Oturup konuşalım bir gün
Geçmişimizi anlatalım birbirimize.
Gözlerin hiç ayrılmasın gözlerimden.
Varlığının verdiği huzur
Çıkışı hiç bulamasın gönlümden.
Sen benim Umudum.
Sen benim Hayâlim.
Sen benim Meâlim.
Geleceğim, geçmişim ve tek gerçeğimsin.
Bütün güzel duygularımın
Vücut bulmuş halisin.
Mutluluğumun sebebi.
Neşelerimin adresi.
Çiçeğimin kokusu.
Ve cümlelerimin son sesisin.
Hava serin
Bulutlar olgun ve yıldızlar derin.
Haydi Hayâlim
Bir çay koyda güzelce içelim.
Yaşım yirmi benim, 8 yıllık ilk ve orta okulun ardından yeni bir sayfa açılacaktı şimdi. Evet liseye gidecektim. Liseye başlamadan çucukluk arkadaşım Tufan ile HİRANUR VAKFI adında bir kuran kursuna gitmiştim ve aslında hayatın bir çok kıriterini orada öğrenecektim.
Haram nedir, namaz nasıl kılınır, tahret nasıl alınır, aşk nedir, din neder, islam nedir, peygamber ve Allah nedemektir vb. çok ama çok önemli bilgileri orada öğrenmiştim sohbetler sayesinde. Kursta geçirdiğim 2 aylık süre sonra okullar açılacaktı ve benim hayatım şimdi başlayacaktı.
Kursun son gününde hoca benle konuşmuştu ve bana Allah için çalışmamız ve onun rahmetine mukafatlanmamız için çok çaba vermemiz gerektiğini, haramdan uzak durmamız gerektiğini anlatmıştı. Bir karar almam gerekiyordu ve bu kararın kalıcı olması gerekiyordu çünkü okul kayıtları başlamış ve bitmek üzereydi.
Cami imamının bana verdiği tavsiyeler sonrası hafızlık yapmaya karar vermiştim ve önümde beni bekleyen koca bir 6 yıl vardı.
Hafızlağa başladığımda her şey toz bembe geliyordu bana, hergün eğlenerek gülerek zaman kaybediyorduk nede olsa yaşımız 15 di ve daha herşeyi anlamıyorduk. Gel zaman git zaman artık bir yıl iki yıl derken epeyce vakit geçmişti ve bir çok arkadaşım büyük bir gayretle hafızlığını bitirmişti ben ise onlardan daha fazla çalışmam gerektiği için 2. yılımda daha 7 sayfayla gidiyordum ve artık ilerleyemeyeceğimi düşünmüştüm. Bütün zaman zarfında toplam yedi hoca değişmiş, kursun önündeki arsaya yeni bir kurs açılmış, küçük çocuklar kocaman delikanlı olmuştu, bir de bakmışım 10 sayfa olmuşum, dile kolay 10 sayfa.
Zaman hızla geçiyordu. Koca kuranı kerimi yarılamıştım, resmen 6666 ayetin yarısından çoğunu ezberlemiştim. 10 sayfa derken 11, 12, 13, 14, 15, 16 oldum ve hergün bir oturuşta 16 sayfa okuyordum. Sonlara geldikçe içimdeki sıkkınlık artmaya başlamışdı birşeyler ter yada yanlış gidiyor gibi hissediyordum. Kim bilir belkide şeytan bitmeden evvel beni bitirmeye çalışıyordu. Artık onca uğraşa rağmen bitmez ya bu hafızlık derken bitirmeye az kalmıştı. BU esnada çok sevdiğim arkadaşlarım kursu bırakmıştı. Heleki Muhammet beşir tavukcunun gidişi beni yastığımda nedense ağlamama neden olmuştu. Çok iyi ve güler yüzlü arkadaşlarımdan nadide olanıydı Beşir. Dahada olmazmı İbrahim, Halil, Mehmet, Enes ler derken bir bir ayrılıyordu masadan dostlar hepsi teker teker kendince hayati düzenler doğrultsunda gidiyorlardı. İnsan yanındakini gidince daha çok anlarmış ya hani? Ben zaten hepsinin kıymetini bilirdim ama her zaman aynı sınıfta aynı yatakhanede aynı yemek hanede görünce sanki hep birmiş sin gibi oluyor. Bizim dostlarda böyleydi hep beraber yer beraber içerdik. Nede çok eğlenirmişiz. Hafızlığımın 4. yılıydı. Dile kolay koskoca dört yıl ve ben hiç bitmeyecek gibi içim kararırdı hep. Hocalar genelde son zamanlarda seytan cok ugraşır derdi, bilmem belkide ben içimdeki şeytanı yani karamsarlığı kırsa idim belkide gerçek şeytanı alt edebilecektim. Hocamız olan doğan hocada çok fazla disiplinli hoca olduğu için onu fazla sevmezdim :) hem hangi çocuk disiplini severki? Çocukluk işte, ama çoğu yönlerine hayran kalmıştım. Bana çok yardımcısı olmuş bu dini islamı mübün için gayret edip en sonunda selamete ereceğimi anlatırdı. 4 yıllık hafızlık eğitimini bitirmiş geriye sadece o herşeyi mi anlattığım bütün dert ve çilelerimi muhabbetle konuştuğum Kur'an ı kerimim le ağlamak kalmıştı. (24.11.2017)
Hafızlığımı bitirdiğimde sınıftaki arkadaşlarım bana gülümsediği anı hiç unutmadım. Hocamın Allah mubarek etsin Alihanım deyip elimi öpmesini hiç unutamadım. Kuranı hocanın masasından alıp en üs kattaki meclise koşup en köşede bir yerde hıçkıra hıçkıra ağlamamı unutamıyorum. Her ağlamanın vermiş olduğu göz yaşlarının Kur'an'ı kerimimi ıslatma anını gözüm önüne gelip gelip duruyor, Elhamdülillah Allah'ım bitirdim deyip can dostum kırmızı kuranımı öpmeyi unutamam UNUTAMIYORUM. Hala kuranı açtığımda o ağlama damlalarına raslıyor ve içim parçalanıyor nedense hep o anları yaşıyor unutamıyorum
Nasıl ya! Nasıl bitti ama diyip hem ağlıyor hem gülüyordum. Kuranı kerimi bir köşeye koyup tam 1 saat şükür namazı ve duâ etmiştim. Allah'ım dedim ellerimi semaya açarak. Ben sabrettim sen beni sabrımla mükâfatlandır. Sen beni Resulullah efendimiz Hz Muhammed e komşu eyle.Hafızlık yapan ve bitirmek için gün sayan kardeşlerime yardım eyle. Beni hafız olmamı nasip ettin hafız yaşamamı ve örnek bir kişilik olarak, otoriter olarak gerçek bir müslüman eyle. Diye diye bağıra bağıra sana hamd olsun ALLAHIM sana şükürler olsun yarabbim diye diye mecliste hafiz olduğum gün ağlamayı unutamam, unutamıyorum.
Ne diyeyimki başka Elhamdülillah..
Bu kurs hayatı boyunca hem içerde hem dışarda çok şey öğrendim be hafizem. Çok kişi tanıdım çok kimseler tanıdım. Hayat boş diyorum ya işte bazı insanların seni kullanması gibi boş, bazı insanların kendi boğazlarını doyura bilmek için karşısındaki insanın anca cebine bakması gibi boş, bazı insanların yüzüne ayrı arkandan ayrı atıp tutması gibi boş.
Güvenmeyeceksin hayal bu dünyada kimseye, hayatın kuralı bu eğer yıkılmayacağım hedefime dümdüz ilerleyeceğim diyorsan kimseye inanmayacaksın.
Tek olana anlatacaksın derdini sıkıntını, ondan isteyeceksin merhameti, yardımı.
Ne kadar da benziyoruz birbirimize öyle değil mi Hayâlim.
Korkularımız ,umutlarımız,
sevinçlerimiz, hayâl kırıklıklarımız, hayâllerimiz, dualarımız, bekleyişlerimiz, hafızlıklarımız,
gülüşlerimiz, hüzünlerimiz ne kadar da benziyor birbirlerine. İşte ben, tüm olanların her birinin Allah'tan geldiğine inanıyorum Hayâlim ve Allahın izniyle bizi birbirimize bunlar yakınlaştıracak. O yüzden sana yazıyorum hafizem,
kim olduğunu şuan bilmiyorum ama bir gün gelecek ve bu yazıları sözlendeğimiz zaman sana okutacağım zamanında neler görüp geçirdiğimi gör ve nasıl bir bekleyiş içerisinde sadece sana yazığı mı, haramdan kaç dığımı gör diye vereceğim kalemime aldığım tüm yazıları.
Bazı şeyler sırdır söylenmez miş hafizem!
Çay ile demlenir,
Duâ ile beslenir,
Aminlerle süslenirmiş!
Bende sırf Rabbim duâ sayarda kabul eder diye çıktım seni sayfalara yazmaya. Seni anlattım haram sevdalar dan çook uzaklarda satır satır sayfalara.
Hadi gel tut elimi yâr!
Denizler bekliyor bizi, sonra martılar merak ediyor sonu yazılmamış hikâyemizi. Kumlar, "yazın" diyor üzerimize isminizi. Hadi bekletme sevgili;
Dalgaların söylediği türkülere eşlik edelim birlikte,
Yan yana yürüyelim diye dar yapılmıştı kaldırımlar. Ve yine "yan yana yürümeyelim" diye dar kafalıydı insanlar. Ve sırf dardı diye kafalar; düşünmeyi bırakıp sevmeyi denedik. Sarılmak yakar bizi deyip aşkı hep uzaktan sevdik...
Seninle bir hafızlık daha tamamlaya bilirim Aşeka,
Sana sadece sana yazmak istiyorum. Belki günü birinde karşıma çıkarda bütün sensizliğimi okursun diye. Belkide sensiz geçen yıllarda seni yaza yaza bir bakmışsın yazar olmuşum.
YAZAR OLMAKMI?
Bir yazar, ne zaman yazar olur biliyor musun peki Aşeka? Yüreğindekiler dolup taştığında ve kimsenin kendisini anlamadığını düşündüğünde…
Bir yazar, ne zaman yazar olmayı seçer biliyor musunuz? Okuduğu kitaplardan çıkıp, kendi kitabını yaratmaya başladığında…
Bir yazar, ne zaman gerçek bir yazar olur biliyor musunuz? Kelimelerle dansı bir vals gibi, bir tango gibi, yarım kalmış bir melodinin gizli bir fısıltısı gibi kulağına, tüm bedenine yayıldığında…
Yazar olmak; kendi dünyanın kibritini çakmaktır. Gerektiğinde isyan bayrağını çekmek, gerektiğinde nemli gözlerinin o güzel yaşlarını kâğıdına damlatmak, kalemini de merhem yapmaktır.
Bir yazarın en çok sevdiği şeylerden biridir kalemi. Kalem biter, kâğıt biter. Yürekte hissedilen çaresizlik biter, acı biter, kaygı biter, aşk biter. Ama bir yazar bunca bitmişliğin, tükenmişliğin arasında yine de yazabiliyorsa işte o zaman gerçek bir yazardır.
Yazar, acıyı yazar. Yazar, sevinci yazar. Yazar, hayallerinin raftan kaldırılmışlığını, gerçeğe dönmüşlüğünü acı ile yazar.
Ben ne zaman yazar oldum biliyor musunuz? Etrafımda onca insan varken, onca kalabalığın ışığında, kendi karanlığımı, kendi yalnızlığımı gizliden gizliye keşfettiğimde…
Sığınacak bir liman varken, elimi tutacak benim gibi ufacık arkadaşlarım varken; gülerken ve türlü muzipliklerle eğlenirken, bunların bana yetmediğini düşündüğüm anda yazar oldum.
Herkes yazardı. Herkes yazan olabilirdi. Ama yazar olmak başka şeydi. Yazar, yüreğinde bir acı hissederdi, dokunurdu bir şeyler yüreğine bam teli niyetine. Sazından sözünden çaldığı geçmişini derleyip düzenleyip selama durur, yalnızlığa selamını çakar, kelimelerle oynaşırdı bir yazar.O acıyı hissettiğinde anlardı ki ilham gelecek. Anlardı ki yolda, anlardı ki acıyla artık baş başa değil, dostu yanında…
Bir yazar sevinci de çok güzel alır kaleme. Titrer önce vücudu, göğsü sıkışır ama sevinçten, mutluluktan sadece. O an yüzünde belli belirsiz bir gülümseme oluşur, yazar, durmadan yazar o anda. Anlatır herkese, hayatta sadece acının olmadığını… Bir yazarın da acı kadar mutlulukla beslenebileceğini anlatır. Ben ne zaman sevinci dokudum satırlarıma biliyor musunuz? Hayallerimde sarıldığım umudumu gerçekte bulduğumda. O yanı başımdaydı, ben görmek istemezdim tıpkı herkes gibi, her insan gibi…
Şimdi kaleme aldıklarımı sesli bir veda gibi döküyorum satırlara. Sesleniyorum.
Bir yazar, en çok kendi sesini, iç sesini duyar. Ondandır başka seslere yabancılaşması… Ondandır adı söylendiğinde tuhaf karşılaması… Çünkü o yazardır, yazar olarak benimsemiştir adını. Ben ne zaman adımı unuttum biliyor musunuz? Acılarımla başkalarının acılarına dert ortağı olduğumda… Gözleri yaşarttığımda, adımdan ‘Yazar’ diye bahsedildiğinde, yazar olarak anıldığımda gerçek adımı unuttum. Bazen umuttum, bazen acıydım, bazen gerçektim ve bazen en olmaz hayallerdim. Ama esas adım yazardı. Yazardım.
Bir yazar, ne zaman yüreğini törpüler biliyor musunuz? Soru işaretleri azalıp, noktalar çoğaldığında…
Yazar, nokta koymayı bildiği zaman hayatı öğrenir. Çünkü her bir nokta hayatı öğrenmenin bir başka yoludur. Aslında herkes noktalarla büyür, belirsizliklerle değil… Soru işaretleriyle hiç değil!
Ben ne zaman hayatı öğrendim, biliyor musunuz? Noktalarım içime işleyip, satırlarımdan taştığında. Anladım ki, hayat gülümseyenleri daha çok severmiş. Noktalar koyulunca da hayat daima gülümsermiş. Biten bitermiş. Biteni yazdım, gideni yazdım, döneni yazdım. Gidenler oldu da satırlarımda, dönenlere gerçek hayatta hiç rastlamadım. Onlar sadece şiirlerde, şarkılarda, romanlarda dönüyorlardı.
Hiçbir giden, valizine dönüş sihrini yerleştirmiyordu. Herkes sadece gitmek için gidiyordu.
‘Ama dönecek’ derdi her yazar. Bu satırlar sona erdiğinde, o da dönecek. Yoktu böyle bir şey, bilirdik aslında, yine de çaresizce alırdık kaleme, bir umutla…
Bir yazar, ne zaman gerçekten bir yazar olur biliyor musunuz? Umutlar intihar ettiklerinde, kalemlerindeki umutların hiç tükenmeyeceğini bildiklerinde…
Bunu idrak etmek zordur. Ama hayat aslında zor yollardan geçer. Yazar, adını nasıl yazarsa yazsın, hayat ve insanlar, yüreğindeki o müthiş fırtına hiç durulmadan onu yazar olarak yazar.
Ben en çok ne olmayı istedim biliyor musunuz? Bu sorunun cevabı sorunun içinde, biliyorsunuz.
Ben de bir kulum en nihayetinde. Bir yazar, ilhamını ne aşktan, ne sevgiden, ne de ihanetten alır. Onun aldığı ilhamın baş kaynağı, o kulu; o yazarı yaratan, yaradandır.
Bir yazar büyüklüğünü yaradanına borçlu olduğunu bildiğinde o zaman kendi ölümsüzlüğünü yaratır. İşte o zaman gerçeklerin baş harfi, hiç tükenmeyecek olan gerçek bir yazardır.
Sen hiç sana acı veren birini sevdin mi ?
Hatta bir daha görüşmemek üzere senden gittiği halde, belki bir gün arar diye bekledin mi onu ?
Zaman durmaz, zaman hep geçer zaten. Ama sen geçen zamana inat geçmeyen bir yarayla uyandın mı her sabah ?
Sen hiç tüm samimiyetinle ve içtenlikle ellerini göğe kaldırarak O'nu Rabbinden istedinmi ?
Peki beklemek nedir onu bilirmisin ?
Soranlara derin bir nefes alarak bekliyorum dersin. Edebini yerden kaldırır, başını yukarı kaldırmadan ve gözünü oynatmadan beklersin. Eğer gerçekten beklemeyi bilirsen, bak o zaman nasıl da çatlak duvarlardan, ve yıkıntılardan çiçekler açıyor. Yaptım be hayal, geç de olsa seni beklemeye niyet ettim.
Gitmek çok kolay bir kelime olsa gerek çünkü bana sadece bu kelimeyi söyledi ve sanki hiçbir şey yaşanmamış gibi çekip gitti hayatımdan. Sonra başladım hiç olmayana yazmaya, sonra koydum kalbime bir avuç miktarı Elif sevgisi. Sana başladım hayal sana yazdım bu boş sayfaları doldurmaya yemin ettim sadece sana yazım bir tek anla sadece sen anla diye.
O yüzden hayatta ne varsa ne yaşadıysam gelde hayalim sana anlatayım. Bende tövbeliyim sadece mecnunlar gibi sevmeye züleyhalar gibi beklemeye yeminliyim Hayâlim.
Bu çıktığım yolda rabbim yardım eylesin.
Hadi gelin herşeyi ,geçmişi bir tarafa bırakıp geleceğe bir besmeleyle başlayalım ve Allaha dua edelim.
Ey İbrahim’i ateşten çıkaran..
Yûsuf’u kuyudan kurtaran..
Mûsa’yı Kızıl denizlere hakim kılan..
Nûh'u dokuz yüz elli sene kavmini hidâyet etmesi için imtihan veren..
Ashâb-ı Uhdûd’un, ateş dolu hendeklerin içine atıldığında cennetle müjdeleyen..
Habîb-i Neccâr’ın zâlim bir kavim tarafından taşlanarak şehid edilmesini nasib eden, Rabbim benim dertlerim bir rüzgar kırıntısı iken güçsüz düşüşlerime rağmen beni bırakmayan Rabbim, âcizim, beyhûdeyim, bîçâreyim -kimsesiz bir yolda attığım adımlar sana gelmem için önüme kırık camlar serpse de korkusuzca göğsümü gere gere yürümeye gayret ediyorum, yüreğim bir cam kesiğinin acısına katlanamıyorsa senin olmadığın bir hayata nasıl dayanır bilmiyorum bırakma sana getirmeye çalıştığım bu aciz beni yönümü, şaşarım içimde kaybolurum etrafım beynimi kemiren nefis kurtları ile göğüs germeden oracıkta ölü veririm.- Ey benim korkusuzca bir o kadar ürkek kalbim -yürüdüğün yolda Rabbine gitmen için önüne atılan engeller dizlerini kanatıp seni düşürse bile Rabbinden Eyüb Ashabinin Sabrindan iste,- acını sev şifa isteme bırak yüreğin hasretten esir düşsün Rabbine giden yolda bedeninin gördüğü her ızdırap kalbine şifâdır zaten..
Şimdi içimdeki bütün kuşları sana saldım hayalim. Bundan sonra o kuşlara sen bak.
Sana hafızsın diye Hafizem diyeceğim,
Sana hafızlığımın anlamısın, arabçan var diye Meâlim diyeceğim,
Sana gerçekten temiz ve gerçek sevdasın diye Aşekâ diyeceğim.
Aşekâ çiçeği gibi sar beni sevdiğim. Ya sevdanla yoğur ve eğit beni ahiretim ol. Yada sevdanla öldür beni ateşim ol. Her ikiside Aşka çıkmıyor mu zaten? Sen en iyisi sen ol ve sadece yanımda ol Meâlim.
Seninle yeniden bir başlangıç yapacağım, yeni hayaller yazıp seninle gelecekte süsleyeceğim ve seni çok seviceğim desem, Allah kabul etsin dermisin ?