Sokak, çocukluk anılarımın mesken edindiği yegane mekan. Gözümü açıp yataktan fırlar fırlamaz daha kahvaltımı bile doğru düzgün yapmadan kendimi kucağına attığım yer. Saklambacın sığınakları müstakil evlerin bahçe duvarları, evciliğin burası benim evimmiş meğersem’i merdiven altları, yerden yüksek oynadığımız kaldırımları, seksek çizdiğimiz yeni dökülmüş asfaltları, dört büyük taş ile iki kaleden oluşan ayağımızı toprak zeminine sürterek çizdiğimiz sınırları ile yeşil sahaları aratmayacak boş arsalarıyla şimdilerin eğlence merkezi, o zamanın en kral oyun mekanıydı sokak. Anne lügatinde sokak çocuğuyduk biz, eve gelmek nedir bilmeyen. Açlığını komşu teyzenin camından verdiği salçalı ekmekle bastıran, susuzluğunu başka pencereden iple salınan bir şişe sudan bütün arkadaşlarıyla kana kana içerek gideren çocuklardık. Tuvaletimiz gelse de akşama kadar kendimizi sıkma pahasına en tatlı yerinde oyunu yarıda bırakıp gidemezdik,
Hava kararmaya başlar da hala eve girmediysek bir bir mahallenin anneleri sokağı isimlerimizle inletmeye başlardı. Sesleri ise akşam ezanına karışırdı. Biz sanki yarın aynı oyunu oynayıp aynı tadı alamayacakmışız gibi bir hüzün taşırdık içimizde evlere dağılırken. Sanki bir daha hiç o mutluluğu yakalayamayacaktık. Oysa her gün yeni bir oyun, yeni bir tat idi bize. Sokakta büyüdük biz, sokak kültürüyle yetiştik. Sema teyzenin bahçesindeki çiçeklere topumuz gelmesin de kırılmasınlar diye çok çabalardık. Her cuma Ayten Teyze sokak başında elinde poşetlerle gözükürdü. Anlardık ki pazardan geliyor, koşar adım elindeki yüklerden onu kurtarır ve evine kadar taşırdık. Dönüşte eksik etmezdi ödüllerimizi; ne çikolataları, ne şekerleri… Yabancı mahallenin çocukları bahar gelir de erik ve kayısı ağaçlarımıza dadanırsa devletin çocuk korosunda ciddi bir makamda söylercesine inletirdik mahalleyi yek ahenk ses ile ‘Ağaçlaraa dalan vaaar!’ diye… Başkasının ağacındaki meyveye izinsiz el uzatmazdık. Haram lokmanın boğazımızdan geçmemesi gerektiğini ilk o zaman öğrendik. Ağzımızdan kötü bir söz çıksa sokaktan geçen Mehmet Amca çekerdi hafiften kulağımızı, oyunun ortasında kavgaya tutuşsak ağabeylerimiz ablalarımız ayırır, barıştırırlardı. Başımıza bir şey gelse ya da düşsek dizimiz kanasa hemen Hanife Abla yetişirdi. Zira ağlayan çocuklara dayanamaz içi cız ederdi. Yaz sonu, bahar başı annelerimiz toplanır ve kışlık hazırlıklarına başlardı. Bahçelere kurulan sofralar, una bulanmış eller, tarhanalar elekler, makarnalar kesmeler… Sacda pişen yufkalardan biz de nasiplenir, üzerine yağ sürer, bütün sokak bayram ederdik. Böyle böyle yardımlaşmayı öğrendik. Elimize geçen ufacık bir harçlıkla bakkaldan aldığımız çikolatayı beş parçaya böler mutlulukla yerdik. Sokak terbiye etti bizleri… Sanırım ailelerin çocuklarını gönül rahatlığıyla sokağa salmaları bu sebeptendi.
Şimdilerde kaybettik bazı şeyleri. Önce mahalle bilincini, sonra sokak kavramını… Ve ardı arkası kesilmedi. Evlere kapandık. Yetmedi odalara kapandık. Sokakta olup biteni geçtim ne hastalanan alt komşumuzdan haberdarız ne de evin diğer odasında olup bitenden. Önceleri aşina olduğumuz kapılara ve ardından gelen seslere yabancıyız artık. Pencerelere ve hiç açılmayan kalın perdelerine… Hatta aile içinde birbirimize. Ve şimdi dilini bildiğimiz bu şehrin, kültürünü bildiğimiz sokağın yabancısıyız hep birlikte.