HAŞLANAN KURBAĞA SENDROMU
Bilim adamları, bir deney üzerinde çalışmak için bir kurbağayı kaynar su dolu kazanın içine atarlar. Kurbağa doğal olarak canı yandığı için ani bir refleks ile zıplayarak kazandan dışarı atlar. Aynı kurbağayı bu sefer ılık bir suyun içine atarlar.
Kurbağa burada rahatlar, kasları iyice gevşer. Daha sonra ona hissettirmeyecek derecede ısıyı yavaş yavaş yükseltirler. Rehavet içindeki kurbağa, yavaştan kaynamaya başladığını anlar fakat kasları iyiden gevşediği için onları artık kullanamaz hale gelir ve kaynayan kazanın içinde feci bir şekilde can verir.
Bu acı deneyin üzerine bilim adamları, “haşlanan kurbağa sendromu” hastalığını bulurlar; yani çağımızın en büyük hastalıklarından birisi...
Biz küçükken ninelerimiz, dedelerimiz günlük yaşantılarını anlatırlardı. “Sabah namazına kalkarız, sonrasında uyumayız. Çünkü günün en bereketli vakti seher vaktidir. İşimize gücümüze koyuluruz, çocukları okula geçiririz. Ekmeği fırında kendimiz pişiririz, sebze meyvemizi kendimiz yetiştiririz. Bizim zamanımızda öyle makine falan yok; çamaşırımızı bulaşığımızı elimizde yıkarız, televizyon da yoktu o zamanlar. Yatsı namazlarımızı kılıp çok geçe kalmadan uyuruz.”
Babaannem bunları anlatınca onlar için çok üzülürdüm. “Yazık ya, ne kadar eziyet çekerek bu günlere gelmişler. Bir ak gün görmemişler" derdim. Ama zaman geçtikçe anlıyorum ki asıl gerçek hayat onların hayatıymış. Ne psikolojik problemleri olmuş, ne çok büyük hastalıklar görmüşler ne de boş vakitleri varmış.
Bizler ahir zaman insanları, ılık suyun içinde durduğumuz için sürekli bir rehavet, gaflet halindeyiz. Birileri altımızdaki ateşi yavaş yavaş yükseltiyor ve kaynıyoruz haberimiz yok! Karşımızda televizyon, elimizde hiç düşmeyen telefon ve internet, soframızda içinde ne olduğunu bilmediğimiz paketli ve hormonlu ürünler, Allah'a karşı kulluk görevlerimiz; eh işte sıkışınca ya da Ramazan gelince yapmaya çalışıyoruz. Yani hepimiz birer ‘HAŞLANAN KURBAĞA SENDROMU’ geçiriyoruz!
Nefsimizin sadık kölesi, teknolojinin hipnoz edilmiş köleleriyiz ama biz buna ‘istediğim gibi yaşarım' adını koyduk. Erken yatıp erken kalkmayı, kulluk görevlerini düzenli yapmayı, planlı ve düzenli hayat yaşamayı yaşlılara addetmişiz. Oysa ‘ihtiyar' kelimesinin gerçek anlamı ‘irade, tercih, seçme' demektir.
Geç saatlere kadar teknoloji ile beynimizi uyuşturup öğle vakti uyanmayı ‘gençlik' sandık. Çok gezmeyi eğlenmeyi delikanlılık olarak adlandırırken, çok okuyup araştırmayı ‘delilik alameti' olarak gördük.
Oysa ne diyordu Hz. Ebubekir-i Sıddık (a.s): “Dört şeyi dört yere bırakın; uyumayı kabre, rahatı sırat köprüsüne, övünmeyi mizâna, arzu ve istekleri cennete” Allah (c.c), kaynar kazanın içinde can vermeden uyanmayı bizlere nasip etsin.