Hayat dümdüz bir otoban olsaydı nasıl olurdu? Hiçbir engele takılmadan, hiçbir yokuşa tırmanmadan gidilebilseydi? Bilemiyorum. Belki daha güzel olurdu, belki de daha çekilmez. Bir şeyi olmadığı haliyle düşünüp yargıda bulunmak bir hayalden öteye geçemez. Hayat kendine has bir yapıyı barındırıyor içinde. Öyle bir olasılıklar yumağı ki, başına her şey gelebilir insanın. En imkansız olanı düşünse bile… Her şey güzelce akıyor derken bir engel çıkabiliyor insanın karşısına. Veya her şey bir yıkıma doğru yuvarlanıyorken birden feraha kavuşabiliyor insan. Bu yüzden ilginç bir cazibesi oluyor hayatın. Bu yüzden kimse kolay kolay terketmek istemiyor bu diyarı. Son bulsun istemiyor hayatı. O kadar acıya, o kadar çileye rağmen bir soluk daha alabilmeyi umuyor. İnsanın laneti gibi bu. Celladına hayran oluyor. Biteceğini bildiği bir rüyaya gönülden inanıyor ve uyanmak istemiyor.
Hayat öyle bir gizem ki! Sıkıştırılmış bir bilgisayar dosyasına benziyor. Açınca içinden ne çıkacağı muamma. Mutluluk da çıkabilir, keder de, umutsuzluk da, mutsuzluk da… Buna rağmen seviyoruz yaşamayı. En güvenilmez olana tutkuyla bağlanıyoruz. Sebepsiz, sorgulamadan, anlamadan, irdelemeden, araştırmadan yaşayıp gidiyoruz. Ne evvelimiz belli ne ahirimiz. Arafta gibiyiz. Buna rağmen kendimize yapay hedefler icad edip, yaşamak parantezinde o hedeflere ulaşmaya çalışıyoruz. O hedeflere ulaşınca sonra yeni hedefler, yeni hedefler, yeni hedefler… Ta ki, bir hedef ölüm tokadıyla yarım kalana kadar.
Uyanacağını bilerek rüyadan zevk almak, acıkacağını bilerek keyifle yemek yemek, susayacağını bilerek suya kanmaya çalışmak, mutsuz olacağını bilerek mutluluğa tapmak, öleceğini bilerek yaşamaktan tat almak… Bu nasıl yaman bir çelişki, bu nasıl yaralayıcı bir aldanma! Hızla giden bir teknedeyiz, ellerimizi tekneden sarkıtıyoruz; suya dokunuyor, yüzdüğümüzü hayal ediyoruz. Herkes usta bir yazarmışçasına yaşadığını zannederek bir şeyler karalıyor ömür denilen deftere. Bazı bölümler hırslarımızdan bahsediyor, bazıları günahlarımızdan, bazıları mutlu olduğumuz anlardan, bazıları yüklendiğimiz acılardan. Geride kalan kimsenin okuyamacağı sadece özetinden haberdar olacağı bir kitap…
Hayat bir kıyma makinası gibi öğütürken bizi, okunmayacak kitaplara karmaşık ve devrik cümleler sıralarken biz, yine de yaşamak güzel geliyor. Serin rüzgarı tenimizde hissetmek anlaşılmaz ruhumuza haz veriyor. Doğduğumuz ve öldüğümüz zamanı kendimizin seçmediği etkisiz bir eleman gibi, bir kuru yaprak gibi gelip geçtiğimiz hayatın içinde var olmak kendimizi şanslı hissettiriyor. Ana rahminde başlayan o yaşamak telaşının galibi olduğumuzu bir ömür hissediyoruz. Kimimiz bir evren gibi yaşıyor, kimimiz bir çakıl taşı gibi. Kimimiz okyanusun dibinde gibi yaşıyor, kimimiz bir tas su yüzeyinde. Kimimiz bir çınar gibi yaşıyor, kimimizse bir ot sadece. Ama herkes yaşamaktan memnun. Kimse bir mezar taşı dikilsin istemiyor başına. Buna rağmen herkes bu akıbete uğruyor. İstenmeyen ölüm en kesin olan oluyor hayatta. İstenenlerse en bulanık…
Kimimiz tanrılığa soyunuyor, kimimiz dünden razı köleliğe. Kimimiz kandırmak, aldatmak istiyor, kimimiz aldanmak için var. Kimimiz zalimlikle var oluyor, kimimiz zulmü kaderiymiş gibi kabulleniyor. Sonra “Hayat işte!” diyoruz. Zalimi de, mazlumu da, dolandıranı da, dolandırılanı da, seveni de, sevilmeyeni de… “Hayat işte!” diyerek o anlaşılmayanı adeta avuçlarımıza almak istiyoruz. Fakat su gibi kayıyor avuçlarımızdan. Nasıl ki bir yağlıboya resim, yağlıboya resim olduğunu anlayamazsa, biz de hayatı anlayamıyoruz. Yüreğimizde, karnımızda, damarlarımızda, beyin kıvrımlarımızda dolaşan hayatı anlamlandıramıyoruz. Koca kainatlar içinde anlamsız varlığımızın üzerinde yüzdüğü hayatı kavrayamıyoruz. Buna rağmen anlaşılmaz olduğunu bir türlü kabul edemiyoruz nedense. Bunun yerine “Hayat işte!” diyoruz, bir derviş edasıyla. Bir devin tek gözü gibi devin her yerini görmeye çalışıyoruz. Başaramayınca da “Hayat işte!” diyoruz.
“Hayat işte” diyoruz sanki karşımızda suçlu bir çocukçasına duruyormuş gibi hayat. Parmağımızla gösterircesine “Hayat işte! Ne yaparsa hoş görelim.” anlamında söylüyoruz bunu. Hoş görmek, hor görmeyi barındırır içinde. Belki de biz kibrimizden ve inadımızdan kaybediyoruz.
Gerçekten de hayat bir otoban gibi dümdüz ve engebesiz olsa nasıl olurdu? Veya o zaman biz nasıl olurduk? Belki de asıl sorulması gerek soru bu.