Yeni günün getirdiği ışıklar için insan, Rabbine karşı şükran duymalı. Yataktan kalkmasının bir anlamı olmalı. Uyanmasının, yaşamasının ve konuşmasının bir anlamı olmalı. Bir tüy, bir yaprak, bir kelebek kadar hafif olmalı. Korka korka değil sadece, ümitle ve çığlık çığlığa, sevinçle yaşayabilmeli hayatı. Sadece kendini değil, herkesten bir parça taşımalı üstünde.
Bir gece yarısı kalkıp ıssız sokakları arşınlamalı. “Çocukluğum, gençliğim bu sokaklarda geçti. Bu evler, bu insanlar üzerimde hakları var.” demeli. Işık yanan evleri ve içindekileri selâmlamalı, dualamalı. Hele de çocukları, hastaları, ihtiyarları hiç unutmamalı. Bir helal lokma için gün boyu didinen babaları ve anneleri de hatırlamalı. Bir de gençler, kim bilir, hangi derdi, hangi sevinci vardır paylaşılmayı bekleyen.
Onları da dualarına almalı. Kalbi ve dili bir olmalı. Kalbin fezası geniş. Her birine yer var orada. Sevebildiği kadar sevmeli. Hayır ve saadetler dilemeli.
Kalbini saf, dilini temiz tutmalı. Belli mi olur, hangi duanın Allah katına ulaşacağı. Sadece kendimiz için yaşamıyoruz dünyada. Hayatımızı süsleyen ne çiçekler, ne yıldızlar var. Gözlerimizin görmediği nice güneşler var. Allah bize hafızayı ve hatırlama nimetini niye vermiş? Bu nimetlerin kimden olduğunu bilip, hatırlayalım diye. Rabbimize şükredelim.
Günde, gecede birkaç defa yapmalıyız bunu. Düşünmeliyiz bunca nimetin nereden geldiğini, kimin gönderdiğini…
Şükrünü yaptı mı insan, kalbi huzurludur. Düşünmekten kaçmamalıyız. Tefekkür, Rabbimize karşı bir teşekkürdür. Bir şükürdür… Ayaklarını götüren, bedenini yürüten ruhuna bir not düşmeli: “Yanlış yolda değilsin, çizginde gidiyorsun.
Hiç kimse olmasa da bu yolda, tek başına çoğunluksun…”
Aklının, kalbinin ve ruhunun güzelliğini derinde hissetmeli insan. Bazen diplerde yaşamayı bırakıp, biraz da yüzeye çıkmalı. Dünyanın üstünde dolaşmalı.
Hasta, garip dostlarını aramalı, kapılarını çalıp onları kucaklamalı. Yıllardır ihmal ettiği dostlarını; vefasızlığını ve hatalarını affedeceklerini umarak bir bir arayıp bulmalı. Bulamadıklarını kabrinde ziyaret edip helâlleşmeli, dualaşmalı.
Hayatın bir mânâsı olmalı. Fuzulî şeyler huzurunu bozmamalı. İnandığı yolda tek başına da kalsa yürümeli insan. Sadece kendi başarısını değil, başkalarının başarılarını da görmeli, en az kendi başarısı kadar insan ve mümin kardeşlerinin başarısı için de sevinmeli.
Hayatı geriye alma şansı yok insanın. Ama hayata yeniden başlaması mümkündür her zaman. Geçmişin hatalarından ders alıp, yeniden hayatın anlamına tutunmalıdır insan.
Nereye gittiğini bilene, kararlı yürüyene kâinat yol verir. Elhak, bu böyledir. Hayatın anlamı küçücük bir karede gizlidir. Ufacık bir an parçasında… Günlük güneşlik işlerimizin ve heyecan dolu çabalarımızın arasında unuttuğumuz o küçücük bir anda gizlidir her şey. Muhteşem bir hayatın içine doğru yürüdüğümüzü belki o anda anlamamız zordur ama bizi hedefe götüren yol budur.
Hayatın bir anlamı yoksa niye yaşıyoruz ki hayatı, niye? Hayat, tüketilmek için ya da buruşturulup bir kenara atılmak için verilmiş değildir. Hayat öylesine yaşanmak için verilmiş bir nimet de değildir. Anlamlı kılmak ve Allah adına yaşamak için verilmiştir. Gönlünü, yüreğini bu yola koyanın mağlup ve mahcup olduğu nerede görülmüştür?
Yusuf (as)’ın yaşadıklarını bir hatırlayalım…
Büyük aşkların olduğu yerde; büyük imanlar, büyük imtihanlar ve büyük mucizeler, zorlu mücadeleler vardır daima. Peygamberler bu yolun en zirvesindeki örneklerdir.
Söylediklerini yaşamışlar, ellerindekini paylaşmışlardır. Mutluluk, paylaşa paylaşa çoğalır. Bunu biliyor, bunu yaşıyordu onlar. “Bir mum, diğer bir mumu tutuşturmakla ışığından bir şey kaybetmez.” diyordu Mevlânâ. Belki de bu gerçeğe işaret ediyordu. Bir anlamı olmalı hayatın. Hayat kısa olabilir ama onu anlamlı kılma çabası, en kısa hayatı bile uzun ve ebedî yapmaya yeter.
Belki de önemsiz birçok şeyi dert ettiğimizden hayatın anlamını yitiriyoruz. Yeri ve zamanı geldiğinde, önemli olana da gerçek değerini veremiyoruz. Öyle değil mi?
Hayatı derinden ve anlamlı yaşayan insanlar, ölümden de korkmazlar. Çünkü her korkunun içinde bir ümit vardır. Ümidin kaynağı da güçlü bir imandır...
Bir öykü anlatılır:
Tanınmış bir trapez ustası öğrencilerinden hünerlerini göstermelerini ister. İçlerinden birinin yüreği korkuyla kaplıdır. Yere çakılacağını düşünür. Korkudan her tarafı buz kesmiştir. Kasları gerili ve hiçbirini hareket ettiremez hâldedir. “Yapamayacağım, başaramayacağım” diye söylenir durur.
Trapez ustası, öğrencisinin o anda başarılı olmazsa bir daha aynı cesareti asla gösteremeyeceğini düşünür. Onu karşısına alır ve şunları söyler: “Yüreğini trapez çubuğuna at; vücudun onu takip edecektir” der. Öğrenci, ustasının dediğini yapar ve başarır. Cesaretin kaynağı güçlü bir imandır.
Hayatın bir anlamı varsa, işte budur. Ayağını götürdüğün yere gönlünü ve yüreğini koymaktır. O cesareti gösterebilmektir. Bir anlamı yoksa hayatın, niye bu dünyadayız, niye yaşıyoruz? Hayatın anlamı, hayatın kendisinden daha kıymetlidir.
Trapez ustasının öğrencisine söylediğini bir de biz düşünmeliyiz. İnandığımız yolda, tek başına da kalsak yüreğimizle...
Beraber yürümeliyiz...