Yağmayan yağmurlarında ıslandım hep. Sense ille de bir bahane bulup sisli dağların ötesinde saklambaç oynadın benimle. Çıkmayacağını bile bile, can çekişen ümidimle, karda olsun açan çiçekler ektim sana hasret tarlalarıma.
Sulamaya gelseydin. Evet, gece olsun, gündüz olmasın fark etmezdi. Yeter ki gelseydin. Sen gelince nasılsa gün doğar, gündüz olurdu ya.
Ama gelmedin, gelemedin, bir günümüzü göstermedin. Sana gene de kızamadım. Suç seni tutanlarındı. Uydurdukları kurallarla örülü kafesten seni salmıyorlardı. Sen kafessiz herşey olabilirdin ama kafes sensiz hiçbir şeydi.
Hasretin öfkesine binip dörtnala az kalsın ben gelecektim. Muhitimden geçmeyen ırmaklardan kement yapıp sallayacaktım ve onunla tutup çıkaracaktım seni alışılmışlığın kafesinden. Usul usul çekecektim, incitmeden; nefesimle, dudaklarımla hissedene kadar. Sana susuzluğumu anlayasın diye, sana hasret Mecnun gibi içecektim seni ya da gölgenin düştüğü ırmaklarımın suyunu...
İşte o zaman. İşte o zaman. Tam da o zaman kopacaktı sessiz fırtına içimizde. Ve danseden devasa bir hortuma dönüşecektik. Bizi biz yapan her şeyi içimize alıp gözlerin şimdiye kadar hiç görmediği yüksekliklere çıkaracaktık sevdamızı. Bulutların sükûnete erdiği güneşler diyarına ulaşıp açacaktık yelkenimizi. Ve bir daha bırakmamak üzere birleştirecektik ellerimizi.
Masallar bizi beklesin ya da beklemesin. Biz kendi masalımızı yaşayacak ve yazacaktık. Okunsun ya da okunmasın. Bilinsin ya da bilinmesin. Senden benden sıyrılıp biz olacaktık ve sadece iki ezan arasında yaşayıp geldiğimiz gibi gidecektik bilinmeze.
Ama gelemedim. Alışılmış kurallarım bırakmadı. Hiç yağmur olup yağamadım. Hiç çiçek ekemedim.
Hiç yelken açamadım. Seni hiç bulamadım.
Seni anınca da aklıma sadece hiç ile başlayan cümleler geldi.
Ben de artık Hiç'i koydum senin yerine. Her şeyim olmasa da bir Hiç'im var şimdi.
Hiçim, seninle dolu
Seninle dolu Hiç'im...