12 Şubat 1821
Tripoliçe-Mora
"Onlar ansızın ve tamamen 1821 yazında yok oldular. Bu yok oluş tüm dünyanın gözlerinden uzak oldu ve arkalarınca ağlanmadı. 20 binden fazla yaşlı, erkek, kadın, çocuk Türk; kendi komşuları Yunanlar tarafından birkaç hafta içinde öldürüldüler. Bu katliam acımasızca ve tereddütsüz hayata geçirildi..." Tarihçi William St. Clair bir kilise günlüğünde Navarin Katliamı ile ilgili rastladıkları
Şehir ve kaleyi uzaklardan görenler bir masal diyarına bakıyormuşçasına hayranlık duyuyorlardı. Moralı Hacı Beşir Ağa Camii tüm güzelliği ile şehrin kalbinde bulunuyordu. Şu manzarayı görmeden önce burası ile ilgili anlatılanları önemsiz bir şeyi dinliyormuş gibi geçiştirip Devleti Aliye'nin sıradan bir şehri diye mırıldanmıştı Hakkı Mehmet Efendi. Bunu o vakitler asıl konuya odaklanmak için geçiştirmek için söylemiş olabilirdi zira hem defterdarlıkta çalışıyor görünen ama asıl görevi askerlik olan bir Osmanlı zabiti için daha önemli konuların beklediğini kendini de bilmiyordu.
Hakkı Mehmet Efendinin babası Sultan III.Selim dönemindeki Kabaklı Mustafa Paşa isyanında İstanbul'u isyancıların karşı koruyan bir Yeniçeri Ağasının sağ koluydu. Bu meşum isyan bastırılmış ve babası da bunun ardından görevinden istifa etmiş asesbaşılıktan emekli olmuş ve bir miktar biriktirdiği para ile güzel bir ev yaptırmıştı...Annesi ve kardeşi Mihrişah ise bu evde mutlu mesut yasıyorlardı. Babası emekli olduktan sonra Evkaf Müdürlüğünde çalışmaya başlamıştı ve galiba o çalışmadan huzur bulamıyordu...
Hakkı Mehmet Efendi karargahta bulunduğu zamanlarda masasında bulunan büyük bir Mora haritasını inceliyor ve dağ vadi körfez vilayet kasaba köy kısaca o yörenin bütün coğrafyasını zihnine yerleştirmeye çalışıyordu. Sonra ise Mora ile ilgili yazılar gazetelere göz atıyordu ve okuduğu haberler hiç te iç açıcı görünmüyordu...
Hakkı Mehmet Efendi, odasında bavulların son kontrollerini yaparken Tripoliçe yolculuğu öncesinde karargahta notlar aldığı ve sonraları ise defterdarlıkta çalıştığı dönemlerde bir defteri vardı. Günlük de sayılabilir aslına bakarsanız. Kimi zaman karaladığı bu defteri yanına alıp almama noktasında tereddütte kaldı. Zayıf bir tutuşla defteri masaya bıraktı. Diviti hokkasına batırıp siyah kapaklı defterin ilk sayfasına "12 Şubat 1821" yazmıştı. Oysa takvim günü 28 Aralık 1820 idi ve günlerden ise Cuma. Devamında ise aceleci bir tavırla yazmayı sürdürdü. Ahşap evin penceresinde görülen küme küme siyah bulutlar boğaza doğru yol alıyor ve yaklaşan fırtınanın karla karışık habercisi oluyordu. Evin cennetten farkı olmayan büyük ve geniş arka bahçesi kişi çoktan karşılaştı. Âdeta mini bir koruyu andıran bu bahçe ilkbaharda en güzel günlerini geçireceği günün hayaliyle yaşıyordu...
Hazırlıklarını tamamladıktan sonra Hakkı Mehmet Efendi limana doğru ağır ağır ama kararlı adımlarla yürümeye başladı. Tanıyanlar ona selametle git diyorlar ve el sallıyorlar kimi de mırıldanarak dua ediyordu. Ailesi ile dün akşam vedalaşmıştı ve liman iskelesinde onları bulacağını iyi biliyordu. Vedalaşıp yola koyulacaktı ki hızlı adımlarla bir erin vapura yetişmek için acele ettiğini gördü ve sanki bu er birini arıyordu.
-Hakkı Mehmet Efendi kim diye bir ses işittim. Yavaş adımlarla yaklaşarak
-benim dedim.
Siz kimsiniz? diye sordum.
O ise
-Sizi bulmam iyi oldu yoksa Paşa Mora'da beni astırırdı. Sonra biraz soluklanıp görevi ile ilgili bilgi verdi .Devleti Aliye'nin böyle önemli bir görevi ifa için gönderdiği görevlisi yalnız gidemezdi herhalde .
Hakkı Mehmet Efendi'nin bavulunda, II. Mahmut'un Mora valisi Dramalı Mahmud Paşa'ya yollayacağı resmi evrak diğer eşyaların arasında en mühimiydi. Bu görünürde olmayan görevidir asıl görevi ise emlak zengini Ali Derviş Ağanın ani ve bir o kadar da şüphe uyandıran esrarengiz ölümüydü. Ayrıca vergilerin durumu da değerlendirilip sonuçlandırılacaktı. Mora'nın tanınmış eşrafındın olan Ali Derviş Ağa'nın vefat haberini İstanbul'a, defterdar emini Dilaver Efendi tarafından ulaştırıldı.
Gemi ile önce uzun bir yolculuk yaptık ve adında da at arabası ile dört saatlik bir yolculuğun ardından bu ata yadigarı yadigarı topraklara ulaştık. Devleti Aliye'nin başkentinde Defterdarlıkta bir memur olarak çalıştığını gösteren bir belge de yanında bulunuyordu.
Bu dağlık ve zorlu coğrafya şartlarına rağmen yol boyunca gözlemediği kadarıyla Osmanlı askerlerinin, sivil halkın ve şehirde yaşamakta olan yabancıların ve misafirlerin yaşamında bir yıl sonra bir değişiklik olacağa benzemiyordu. Şehirde yaşayanların büyük bir çoğunluğu Müslüman Türklerden oluşuyordu ve bunları sayısı 50 bin civarındaydı. Ayrıca Yunanlı ,Yahudi gibi Osmanlı tebaası da Tripolice’ de yaşamalarını sürdürüyorlardı. Şehir, Mora'nın merkezi Tripolice' de nüfus 20 bin civarındaydı. Kayıtlara göre nüfusun 3'te 1'i Müslüman Türklerden oluşuyordu. Türkler, Rumlar ve Yahudilerin iç içe yaşadığı kent, huzur içinde geçen asırların ardından giderek kaynamaya başladı...
1821 Mora İsyanı, yüzyıllardır Mora’yı vatan edinip buraları mamur
hale getiren Türkler için, katliam, açlık ve sefalete devinen bir süreci
başlattı. Yunan isyanı sürecinin en büyük mağdurları ise yaklaşık dört
yüzyıl Mora’yı yurt bilen Mora Türkleri oldu. Yüzyıllar boyunca Mora’da bir arada yaşamış Türkler, Rumlar ve Yahudiler arasında, isyan öncesinde bir çatışma ortamı bulunmamakla birlikte, Mora’da Rumların isyanının başlamasıyla bir anda saldırıya uğrayan, baskı ve kuşatma altında kalan siviller büyük acılar ve hayal kırıklığı yaşadılar. Tepedelenli Ali Paşa’nın Mart 1820’deki isyanı Mora’daki dengeleri değiştirdi. Osmanlı Devleti’nin Tepedelenli üzerine odaklanması, isyan için fırsat kollayan Rumlara cesaret verdi. Buna rağmen Rumlar, ilk isyan hareketi için Mora yerine Eflak-Boğdan’ı (Romanya) seçmişlerdi. Ancak Aleksandros İpsilantis liderliğinde 1821’de başlayan bu ilk Rum isyanı, başarısızlıkla sonuçlandı. Eflak-Buğdan'da yenilen Rumlar, isyanı Mora Yarımadası’na taşıdı.
Dönemin sivil ve askeri yöneticileri, 1821 isyanı boyunca birçok stratejik hata yapmışlardır. Özellikle Yanya Valisi Tepedelenli Ali Paşa üzerine yapılan seferde ısrar edilmesi ve bölgedeki askeri potansiyelin bu operasyona yönlendirilmesi, Rum isyancıları rahatlatan bir gelişme olmuştur. İsyanın bastırılması sürecinde sıklıkla komutan değişimi, orduda paralı Arnavut asker kullanımı zarureti, Adalar Denizi’nde tam hâkimiyet kurulamaması, Ege Denizi’nde yaşanan lojistik sorunlar, İstanbul Rum Patriği V. Gregorius’un önce görevden alınıp sonra idam edilmesi gibi daha birçoğunu sayabileceğimiz bu hatalar zinciri, isyan ateşinin büyümesine sebep olmuştur. Yapılan hatalar ve isyanın zamanında bastırılamaması, Avrupa müdahalesinin artmasına da zemin hazırlamıştır.
1821’de Mora’nın birçok yerinde metropolitler, piskoposlar, papazlar da din üzerinden Rum isyancıları ve halkı ayaklandırırken, sivil halkın üzerine silahlar ateşleniyor, evler
yağmalanıyor yakılıp yıkılıyor, insanlık unutuluyordu. Mora’nın tamamında ve Tripoliçe’deki yağma ve katliamlarla Yunanistan’daki Türk ve Yahudilerin yok edilmesi, savaş zamanının olağan can kaybı olarak görülemezdi. Sefalet ve ölüm, tarih önünde, Yunanlıların aleyhinde şahitlik yapıyordu. Yunan asiler, kendilerine destek vermek üzere yabancı ülkelerden ve özellikle Avrupa’dan gelenleri bile hedef alıyorlardı.
İsyancı Aleksandr İpsilanti’nin başında bulunduğu Etnik-i Eterya cemiyeti, Rus sınırına yakın olması ve Rusya’dan yardım alabilmesi ihtimalini hesaba katarak ilk ayaklanma teşebbüsünü Boğdan’da yaptı. Ancak, başarılı olamadı. Çünkü, Eflak ve Boğdan beyliği yapan Fenerli Rumlar, Romenler tarafından hiç sevilmezdi. Bu sebeple Romenler, Yunanların çıkarına bir ayaklanmaya katılıp, Osmanlı Devleti’ne sorun çıkarmak istemediler Ancak, Eflak-Boğdan’daki isyan tam bastırıldığı sırada Mora’daki Rumlar ayaklandı. 12 Şubat 1821’de Mora’da patlak veren Yunan isyanı, Eflak-Boğdan’daki isyanın tam tersine, yayılma ve gelişme gösterecek nitelikte idi. Papazların öncülüğünde Mora halkı isyana katıldı. Patras Patriği Pol Germanos, ortaçağlarda Piyer Lermit’in yaptığı gibi, bütün Rumları Türklere karşı savaşa davet etti. İsyan bu şekilde millî ve dinî karakter alarak gelişmeye başladı.Öyle ki, İslam ahali ve askerler kalelere kapanarak kendilerini
savunmaya başladılar, fakat yardım gelmediği için kaleler bir bir isyancıların eline geçti, asiler şehirlerde de çoluk çocuk demeden rastladıkları Türkleri katlettiler, mallarını
yağmaladılar. Bu isyanda katledilen Müslümanların sayısı tam olarak bilinememekle
birlikte, 25.000’den fazla olduğu tahmin edilmektedir. İsyan gittikçe yayılıyordu.
Yapılan tahkikatda, bu isyanın çıkması ve yayılmasında başta Fener Rum Patrikhanesi
olmak üzere, taşrada bulunan pek çok papazın, kocabaşıların rolü olduğu ele geçen belgelerden anlaşılmaktaydı.
İsyan haberini alan dönemin padişahı II. Mahmud, şimdiye kadar devletin hoşgörü ve adaletle yaklaştığı Rum tebaanın böyle bir harekete girişmesi karşısında hiddete kapılarak Rumların katlini emretti. Fakat bu sırada kimi devlet adamları, bazı metropolitler ve söz sahibi kişiler araya girip bu fesatta parmağı olmayanların
bağışlanmasını dilediler. Bunun üzerine fesada karışanların araştırılarak cezalarının
verilmesi, suçsuz olan reayâya ilişilmemesi konusunda irade çıktı.Ancak tedbirler fayda
vermiyordu. İsyan gittikçe genişledi. Nisan 1821 başlarında Mora tamamenisyancıların
eline geçti. Burada maalesef çok sayıda Mora Türkü katledildi. Yapılan araştırmalarda Ortodoks Cihan Patriği Grigoryos’un isyanla ilişkisi belgelerle ortaya çıktı ve soruşturma sonucunda suçlu görülerek 21 Nisan 1821’de Patrikhane’nin orta kapısında resmi elbiseli
olarak asıldı. Bunun yanında, hukukî tahkikat sonunda suçları sabit görülen birçok
metropolit de ülkenin değişik yerlerinde cezalandırıldı. Sultan II. Mahmud’un İsyanla İlgili Bir Fermanı isyan, başta Rusya olmak üzere dış tahriklerin de tesiriyle bir türlü bastırılamıyor ve gittikçe yayılıyordu. Sultan II. Mahmud yayınladığı fermanlarda; Devlet-i Aliyye’nin durumundan ve şimdiye kadar gayr-i müslim tebaaya karşı âdil ve hoşgörülü davranışından bahisle, diğer Rumların isyancılara katılmamasını, isyancılarla işbirliği yapanların şiddetle cezalandırılacağını, isyana teşebbüs etmeyen kendi halinde işiyle gücüyle meşgul olan Rumların ise her türlü saldırıdan korunacağını bildiriyordu.
Konu ile ilgili Ağustos 1821 (Evâsıt-ı Zilkade 1236) tarihli; vezirlere, kadılara, hakimlere,
nâiblere, , mütesellimlere, âyân vesair zâbitân ve vücûh-ı memleket ve bi’l-cümle iş
erlerine hitap eden Padişahın fermanını söz konusu isyanın sebeplerini, seyrini ve devletin tutumunu anlama bakımından önemsiyoruz.
Sultan II. Mahmud, söz konusu fermanın başında, önce devletin gayr-i müslimlere
karşı tutumunu ve Rumların durumunu tespit ettikten sonra, isyana karışanlar ve
karışmayanlarla ilgili olarak yapılacak uygulamaları açıklamaktadır.
II. Mahmud fermanında; devletin gayr-i müslimlere her zaman şefkatle ve merhametle
yaklaştığını belirterek, yine de bazı Rumların nankörlük ve ihanetten geri kalmadıklarını
ifade ediyor ve aynen şu ifadeleri kullanıyor;
“Rum tâifesi dahi öteden beri Devlet-i aliyye’min cizye-güzâr reayâsı olduğuna mebni
haklarında 1810*/bi’l-vücuh ibrâz-ı merhamet ve şefkat ve ırz u canları daire-i hıfz ve
Burada verilen rakamlar, ilgili fermanın kaçıncı satırı olduğunu ifade etmektedir.
himayette masun 19/ olarak şerâit-i raiyyetin mesâından efzun envâ-i ihsan ve inâyetten
gayri birşey gördükleri 20/ yoğuken nâil ü mazhar oldukları ni’met-i ilahiyyeyi ayak altuna alub, nankörlük yolunu tutarak 21/ dîn ü mübîn hakkında tabiî münevves zamirleri olarak habâset ve hıyaneti icra daiyye-i fâsidesine 22/ cür’et ve metbû-ı şefkları olan selâtîn-i seniyyem aleyhine bazı mahallerde ızhar-ı bağî ve isyana cesaret etmişler...24/”
Görüleceği üzere, Padişahın ifadesine göre, devletin her türlü ihsan ve inayetine,
şefkat ve merhametine rağmen Rumlar bazı yerlerde isyana teşebbüs etmişlerdi.
Bu tespitten sonra, isyana teşebbüs edenlerle, kendi halinde olup isyana karışmayanlar
hakkında devletin tutumu şöyle açıklanmaktadır;
“...madde-i fesâda medhali olub ıslah kabul etmeyenleri 31/ teharri ve tahrik
ederek haklarında icrâ-yı levâzım-ı siyaset olunmuş ise de haklarında zuhûr eden rıfk
ve mülâyemetin kadr ve şükrünü bilmediklerinden ve vakî olan pend ü nasîhatı kat’an
ısğâ 33/ ve istima etmediklerinden başka, utüvv ve isyanı gün be gün artırdıkları ecilden
Devlet-i aliyyem esbâbını istihsale kıyam ile o makûle-i 35/ şekavet ve tuğyanı izhar ve
ehl-i İslâm ile muhârebe ve mukâteleye ibtidar eden usât-ı 36/ reâyânın te’dîb ve tenkîl ve mâl ü menâlleri ahz ve evlâd-ı ıyalleri esir kılınmasına cânib-i 37/ şerîat-ı garrâdan verilen fetvâ-yı şerif mucebince ruhsatı hâvi memâlik-i mahrûseme evâmir-i 38/ şerifem ısdâr ve tisyâr kılınmış..”
Bu ifadeler bize, isyan edenlere karşı Osmanlı Devleti’nin nasihatte bulunarak,
tatlılıkla ve affedici bir tutumla yaklaştığı ama bütün buna rağmen kanunlara aykırı olarak
şekavete ve isyana devam eden, Müslüman halkı katletmeye yönelen isyancıların tenkili
ve mallarına el konulup ailelerinin tutuklanması yönünde ilgili makamdan fetva alındığını
ve buna göre işlem yapılması hakkında ilgililere gerekli emirlerin verildiğini gösteriyor.
Fermanın devamında isyana karışıp sonradan pişman olanlar ve isyana hiç
karışmayanlar hakkında şu ifadeler yer almaktadır;
“...fesad-ı mel’anete tecâsür ile sonradan nedâmet ve istimâna sahîhan avdet ve
rücu 40/ eyleyen reâyânın kemâ fi’s-sâbık zikr-i saye-i merâhimvâye-i devlet-i aliyyemde
muhmâ-i müstazıll 41/ olmaları usulüne riâyet olunarak hilâf-ı hareket vukua gelmemesi
irade-i seniyyem muktezasından 42/ iken bazı mahallerde bu dakikaya sarf-ı zihn ve ru’yet olunmayarak şekavet ve isyandan 43 (s.3) haberin olmayup kendi halinde olan aceze-i raiyyete tasallut ve tasaddî ve emvâl ve evlâd ü ‘ıyâl ve kiliselerine sarkıntılık misüllü 44/ harekete tasaddî vukuu tahkîk-gerde-i şahanem olub bu suret şer’an ve aklen caiz olmayub el-hâlet-i hâzihi 45/ carî olan usûl-i saltanat-ı seniyyemin külliyen hilafı ve rızâ-yı bârî ve bi’l-vücuh emr-i hümâyunumun mücerred kendüyi bilmez ve muktezâ-yı vakt ü hali fark ve temeyyüz etmez makulelerden neş’et edeceği bedihî olmakdan nâşi...47/”
İfadelerden anlaşılacağı üzere, isyana karışıp sonradan pişman olanlar ile, hiç isyana
karışmayanların mallarına, ailelerine, kiliselerine kesinlikle zarar verilmemesi bir başka
ifade ile suçlu ile suçsuzun ayırt edilerek, hukuk dışına çıkılmaması ilgililere bu yönde
uygulama yapmaları emredilmiştir.
Fermanın sonunda, ilgililerin adaletli davranmaları hususuna tekrar vurgu yapılarak;
“vüzerâ-yı müşâr ve mîr-i mîrân ve mevlânâ ve kuzât ve nüvâb vesâir” adı geçen görevlilere
şöyle davranmaları emredilmiştir;
“...imdi, bâlâda beyan olunan vesâyâ ve tenbihat-ı şahanemi cümleye i’lan ve beyan
ile kendü halinde olan 60/ bî-cürm ehl-i zimmet reâyâya hilâf-ı şer’i şerîf ve mugâyir-i rıza hafî ve celi tasallut ve teaddî vukûa 61/ gelmemesine kemaliyle ikdam ve dikkat eylemeniz kat’î matlûb-ı şehriyârânem idüğü ve bu bâbda ednâ derece 62/ tekâsül ve rehâvet sizler (içün) dahi hakkınız(da) mucib-i mesuliyet olacağı malumunuz oldukda ona göre amel 63/ ve hareket ve infâz emr ü irâde-i seniyyemle îfâ-yı levâzım-ı kâr-şinasî ve reviyyete ihtimam ve dikkat ve hilafını 64/ tecvizden gâyetü’l-gâye tehâşî ve mücânebet eylemenin bâbında ferman-ı âlişânım sâdır olmuşdur...65/”
Fermanın değişik yerlerinde, adaletli davranmaya atıflar olmakla birlikte, fermanın
sonunda da tekrar, isyanın içinde olmayan suçsuz gayr-i Müslimlerin kesinlikle zarar
görmemelerine dikkat edilmesi, bu konuda ihmali olan görevlilerin sorumlu olacakları
vurgulanarak, ülkeyi saran bir ateş çemberi haline gelen isyan ortamında dahi Osmanlı
devlet yönetiminin adaleti ölçü aldığını görüyoruz