Karanlık
Dışarıdaki yaşıtlarından farklı olarak Umut, bir annenin seslenişleriyle değil de, sırtında kardeşinin ağır sorumluluğu ile yatağından kalkmaya çalışıyordu. Yine her tarafı ağrıyordu. Bunun sebebi yükünün sadece manevi olmamasıydı. Gün içerisinde ona ağır gelen, adını bile bilmediği birçok şey onun sırtındaydı. Daha çok taş… Bazen kömür… Yaklaşık bir yıldır çektiği yanlnızlığın ağırlığı da eklenince, yattığı yataktan hiç kalkmamayı isterdi bazen.
Aslında geçen yıla kadar gayet mutlu, güzel bir hayatı vardı. Okula gidip geliyordu. Her gününü geçirdği ”gerçek bir evi”vardı. Ve bir ailesi… Ama artık hepsi geçmişte kalmıştı. Ailesi gökyüzüne gitmek için onu terk etmişti. Bir gün hepimiz gökyüzüne gidecektik. Ona böyle söylemişlerdi. Her sabah uyanınca derme çatma barakasının duvarındaki ufak boşluktan gökyüzündeki güneşe bakmasının sebebi buydu. Belki ailem onun arkasındadır diye düşünüyordu. Hava karardığında hissetiği tuhaf burukluğun da sebebi belki buydu. Kendini bildi bileli güneş onun arkadaşı gibiydi zaten. Henüz 7 yaşındaydı ama sürekli kullanmaktan olsa gerek, hayal gücü belki de çok daha çabuk yaşlanmıştı.
Ailesi gökyüzüne gitmek için onu terk ettikten sonra, kardeşiyle ve tek umut ışığı güneşiyle beraber yaşıyordu. Güneş onu bir gün ailesine kavuşturacaktı. Güneşin bu çocuğa sunduğu sıcaklık sadece tenini değil, aynı zamanda kalbini de ısıtıyordu. Aydınlattığı tek şey yeryüzü değildi. Üstü başı kapkara olsa da, çocuğun içi güneşin kendi kadar parlaktı.
Babası madenciydi. Her gün Umut’a yerin altından seslenirdi. Çocuk o dönemlerde yerin altından hep korkmuştu. Bunun sebebini ancak şimdi anlıyordu: Orada güneş yoktu.
Yerin altının siyahtan daha koyu karanlığı babasını almıştı. Ama doymamış, annesini ve beraberinde onlarca kişiyi de almıştı. Ya da Umut’a göre, gökyüzüne gitmişlerdi. Ne kadar tuhaf… En karanlık yerde ölmüşlerdi ama en aydınlık yere gidiyorlardı.
Geçim sıkıntısı bölgede kadınları da madenlere savurmuştu. Çok derinlerde olmasa bile, yine de çocuklarını göremeyecek kadar aşağıdaydılar. Yapılacak bir iş mutlaka olurdu ve iş demek aş demekti.
Bu olaydan sonra babasının arkadaşları ona az çok sahip çıkmışlardı ama yine de imkanlar çok azdı. Birinin evinde kalamazdı. Haneler kendi kendilerini bile aydınlatamıyordu. Bahtı kapkara olan bir çocuğu nasıl aydınlatacaklardı ? Bütün akrabalar ve tanıdıklar aynı durumdaydı.
Ona bir baraka ayarladılar. Ona ve kardeşine. Tıpkı babası gibi her gün yerin altına inmesi gerekiyordu artık. Çünkü yukarıda onu bekleyen bir kardeşi ve daha da yukarıda onu bekleyen bir ailesi vardı. Karanlık kaç kişiyi yutarsa yutsun, ertesi gün iş hep devam ederdi. Kendi küçük, hayal gücü yaşlı ama aklı olgun bir çocuk olarak, günlerini madende, babasının mesleğini öğrenerek geçiriyordu. Bütün gün içine girdiği karanlığın ona getirisi sadece ”para”ydı. Miktarını hiç bilmezdi ama onunla ne yapması gerektiğini iyi bilirdi. Öyle ki parasıyla ne alırsa alsın cebindeki para hiç eksilmiyordu…
Yataktan kalkmıştı sonunda. Önceki gün giydiği kıyafetler bugün de üzerinde olacaktı. Yarın da… Madene kardeşini de götürürdü. Küçük çocuk bir köşede oturur, ne bulursa oyuncak yapardı. Hiç soru sormaz, ağlamazdı. Gerçi, aylardır neredeyse hiç konuşmamıştı da. Umut onu da uyandırdı. Birkaç dakika içinde dışarı çıktılar. Umut köşede duran su bidonunu aldı. Yarıya kadar su doluydu. Bununla kardeşinin elini yüzünü yıkadı. Kendisi de tek eliyle yapabildiği kadar yüzünü ıslattı. Sonra gözü kardeşine takıldı. 4 yaşındaki kardeşi de nedense arada sırada güneşe bakıyordu. Çocuk işte. Belki de hissediyordu…
Umut kardeşinin elinden tuttu ve birlikte madene doğru yürümeye başladılar.
Çocukları tanıyanlar bazen selam vermek için seslenir, bazen başlarını okşayıp gider, bazen de ellerine bir şeyler tutuştururlardı. Toprak yolun iki yanına karışık olarak dizilmiş gecekondular, ufak birkaç bahçe, uzun ve kısa ağaçlar Umut’un yerüstündeki dünyasını oluşturuyordu. Ama her gün bu dünyayı bir süreliğine yukarıda bırakmak zorundaydı.
Her gün gizlice erik topladığı bir ağaç vardı. Alçaktaki dallara zıplayıp uzanır, ya da gücü yettiğince ağaca tırmanırdı. Bu erik ağacı aslında yaşlı bir kadının ufak bahçesindeydi ama Umut şimdiye kadar hiç yakalanmadı. Çünkü ağacın sahibi yaşlı kadının ona kızmaya gönlü razı gelmezdi. Bazen kendisi götürüp çocuğun eline tutuşturmak istediyse de Umut almazdı. Bu yüzden kadın görmemiş gibi yapıyordu.
Cepleri yine erik dolmuştu. Madene gidene kadar çabucak bitirmeleri gerekiyordu. Orada yiyemezlerdi. 2 dakika sonra ikisinin de cebinde hiç erik kalmamıştı.
Madenin girişinde onları yine gece bekçisi karşıladı. Her gün Umut gelirken o da evinin yolunu tutardı. Hep öyle denk gelirdi. Kardeşi bekçinin kulübesinde otururken, o da aşağıya inerdi.
Bekçi onlarla biraz ilgilendikten sonra gitti. Babasının arkadaşlarından biri onları gördü ve seslendi:
”Çocuklargelin, birşeyler yiyin”!
Karanlık tünelin girişinde, birkaç büyük taşın üzerinde madenciler kahvaltı ediyorlardı. Normalde hepsi somurtkan olurdu ama çocuklar gelince hepsinin keyfi yerine gelirdi nedense. Kardeşleri biraz olsun mutlu edip güldürmek onları da mutlu ediyordu. Bu şekilde yarım saat kadar sohbet edip ” Allah ne verdiyse ” yediler. Verilmeyenleri ise sorun etmiyorlardı.
İş zamanı gelmişti. Umut kardeşini bekçinin kulübesine götürdü. Küçük çocuğun vakit geçirebileceği birçok şey vardı orada : kağıt, kalem, ufak bir oyuncak araba… Bekçi, çocuk oynasın diye bunu kulübeye koymuştu. Umut, kardeşini koltuğa oturttu ve kulübenin ufak penceresini açtıktan sonra ustabaşından aldığı anahtarla kapıyı dışarıdan kilitledi. Artık aşağıya inmeye hazırdı.
Bugün ufak taşları taşıtmaktan ve getir götür işlerinden ziyade, farklı bir iş vereceklerdi Umut’a. Madenin en aşağı kısımlarında zengin bir kömür yatağı bulunmuştu. Bu kısımda çok daha fazla kömür vardı ama bir sorunla karşılaşmışlardı : kömürle aralarında kocaman bir kaya duruyordu ve kesinlikle vagonla yukarı çıkartmak bir yana, onu yerinden bile oynatamamışlardı. Kayaya kadar ulaşabildikleri kömürleri çıkartmışlardı, ancak asıl yatağın kayanın arkasında olduğunu düşünüyorlardı. Ufak şiddette bir patlama gerçekleştirmek gerekiyordu. Mühendisler,eğer tünele zarar vermeden kayayı parçalamak istiyorlarsa patlayıcıyı kayanın mümkün olduğunca içine koymalarını söylemişlerdi. Ama sadece ”söylemişlerdi”…
Patlayıcıyı yerleştirmek için kayada delik açamamışlardı. Zaten buna gerek de yoktu. Kayada bir oyuk aranmıştı. Görünen kısmında en ufak bir boşluk bile yoktu ama daha sonra tünelin duvarıyla kayanın birleştiği yerden tüneli genişletmeye başlamışlardı. Bu şekilde tünel yana doğru uzadıkça kaya da uzuyordu. Birkaç metre kazdıktan sonra sonunda kaya parçasının bitişine ulaşmışlardı. Yana doğru kazmak bitmişti. Şimdi kayanınbitişinden ileri doğru kazacaklardı. Basit mantık : Önünde birdelik yoksa belki yanında vardır. Aslında bu şekilde kazarak kayanın etrafından dolaşılabilirdi ama bu büyük kütle onlariçin yine de epey engel yaratırdı. Mutlaka kaldırılması gerekiyordu. Ayrıca yeni kazdıkları yerde toprağın ne kadar sağlam olduğu henüz test edilmemişti. Mühendislere göre ”güvenli” olmazdı.
Bu şekilde ileri doğru da birkaç metre kazmışlar ama sonra durmak zorunda kalmışlardı. Karşılarına ilk kayadan bağımsız ikinci bir kaya çıkmıştı. İki devasa taş arasında sadece çok zayıf birinin geçebileceği bir aralık vardı. Kazının bu şekilde nereye kadar devam edebileceğini kestiremiyorlardı. Belki de onlarca metre kazmaları gerekecekti.
Son çare olarak iki kayanın arasındaki boşluğa bir çeşit harç dökmüşlerdi. Hamur kıvamında bir harçtı bu ve kuruduğunda doğal olarak kayaların şeklini alacaktı. Daha sonra harcı bozmadan kayaların arasında çıkarttıklarında eğer herhangi birinin yüzeyinde bir oyuk varsa bu şekilde bulunabilirdi. Oyuğun ne kadar derin olduğunu tam olarak bilemezlerdi ama en azından denemeye değerdi.
Ve evet, kuruyan harcı iki kayanın arasından çıkardıklarında asıl engel teşkil eden kayanın yüzeyinde bir boşluk var gibi görünüyordu. Eğer yeteri kadar derinse bu iş oldu demekti. Sadece birinin bu dar aralığa girip, boşluğu bulup, patlayıcıyı yerleştirmesi gerekiyordu. Hiç kimse o aralığa sığamamıştı. İşte Umut’un bugünkü işi buydu. Oraya girecek ve eğer boşluk yeteri kadar büyükse, patlayıcıyı yerleştirecekti. Üstelik bunu yaparsa her zamankinden daha çok ”para” alacağını söylemişlerdi.
Aşağıda hazırlıklar tamamlanmıştı. Umut da ustabaşıyla beraber aşağı iniyordu. Derine indikçe içindeki korku daha da artıyordu. Kalp atışları ve nefes alıp verişi hızlanıyyordu. Çünkü ne kadar aşağı inerse, güneş o kadar yukarıda kalırdı ve karanlığa o kadar yakın olurdu. Korkuyordu ama yine de belli etmiyordu.
Yanlarına ve tavanına sıralı olarak dizilmiş tahta kirişlerle desteklenen tünel, umudunu bekliyordu. Çocuk aşağı geldiğinde, diğer madenciler onun moralini yüksek tutmak için ellerinden geleni yapıyorlardı. Hepsi, bu iş için Umut’un kullanılmamasını istemiştı ama başka çareleri de yoktu. Hem sadece patlayıcıyı oyuğa yerleştirip çıkacaktı. Üstelik bunu yaparsa onu bugünlük erkenden eve yollayacaklardı. İstemeyerek de olsa Umut’u hazırlamaya başladılar.
Birkaç kişi patlayıcıyı ve fünyesini ayarlarken diğerleri de Umut ile ilgileniyordu. Önce ışıklı bir bareti küçük kafasına koydular ve çenesinin altından beri fazladan bir iple bağladılar. Bu, baretin düşmemesi içindi çünkü gerçekten büyük gelmişti. Daha sonra beline bir halat bağladılar. Bu da ”güvenlik” içindi.
Patlayıcı ve Umut hazırdı. Umut’un yapması gereken tek şey elinde tuttuğu ve ne olduğunu bilmediği bu şeyi kayadaki boşluğa iyice yerleştirmekti. Mümkün olduğunca derine… Ve sonra evine gidecekti. Ama içten içe gerçekten korkuyordu. Bunu hissediyordu. Elleri titriyordu. Ona patlayıcıyı verdikleri sırada diğerleri de bunu görmüşlerdi.
Fünyenin bir ucu patlayıcıya bağlanmıştı ama öteki ucu madenin dışındaki ateşleyiciye bağlı değildi. Umut oradan çıktıktan sonra bağlayacaklardı. Bu şekilde olası bir facianın önüne geçmişlerdi. Umut da yavaşça aralığa doğru yürüyordu. Beline bağlı olan halatın diğer ucu ustabaşının elindeydi. Umut’a, belindeki şeyi kesinlikle çözmemesini iyice tembih etmişlerdi. Ayrıca patlayıcıyla da oynamamasını söylemişlerdi.
Umut; kafasında bareti, elinde fünyeli bir patlayıcı ve beline bağlanmış ”güvenlik” halatıyla aralığın önünde durdu. Diğerleri son kez onu cesaretlendirdi ve içlerinden biri baretin ışığını açıp kenara çekildi. Umut yavaş adımlarla içeri girdi. Düz olmasa bile yan yan ilerleyebiliyordu. Aradığı delik onun boy hizasında ve 10-15 adım kadar ilerideydi. Çocuk aralıkta ilerledikçe, ustabaşı da halatı daha çok salıyordu. Herhangi bir aksilik olursa onu hemen geri çekecekti. Kimse bir şey söylemiyor, bir ses çıkarmıyordu. Madende hayat durmuş gibiydi. O kadar sessizdi ki, içerideki Umut’un ayak sesleri duyuluyordu. Bazıları içinden dua ediyordu. Tünelin zaten yetersiz ışığı altında bir de aralığın epey dar olması, çocuğun birkaç adımda tamamen karanlığın içinde kalmasına sebep olmuştu. Sadece baretinin cılız ışığı görünüyordu dışarıdan. Umut ise karanlıktaydı. Acaba karanlık onu da yermiydi ?
Terliyordu. Çok korkuyordu. Girdiği yer o kadar dardı ki kendi etrafında tam tur dönmesi bile imkansızdı. Bu sıkışıklık onu daha da heyecanlandırmıştı. Karanlık, dar ve havasız bir yerde önünü bile zar zor görerek yürümeye çalışıyordu. Dışarıdan belli aralıklarla ona sesleniyorlardı. İyi olup olmadığını soruyorlardı. O da her defasında sesinin titremesini bastırmaya çalışarak ”iyiyim” diyordu. Bu şekilde biraz ilerledikten sonra aradığı oyuğu buldu. Çabuk olmuştu. İşini bitirip ordan çıkmasına az kalmıştı.
Oyuk, onun elinin girebileceği kadardı. ‘ Buldum’ diye bağırdı. Diğer madencilerin çoşkulu seslerini işitti. Dışarıdan ona ‘aferin’diyip duruyorlardı. Ustabaşı onları susturdu ve ne yapması gerektiğini tekrar anlattı Umut’a. Umut, içindeki korkuyu biraz yenmişti. Dışarıdan gelen kutlama sesleri onu rahatlatmıştı. Patlayıcı sağ elindeydi ve yavaşça oyuğun ucuna soktu. Mümkün olduğunca derine koyması söylenmişti ona. Şimdi eliyle ileri doğru itecekti. Yavaşça itmeye başladı. Patlayıcı tamamen içerdeydi ama mümkün olduğunca derine… Bunu sürekli tekrarlayıp duruyordu içinden. Artık eli de görünmüyordu. Anlaşılan oyuk epey derindi ama elini ilerlettikçe Umut yeniden korkmaya başladı. Sanki oyuk, onun elini ele geçirmişti. Ya da oyuğun içinde bir şey varmış da her an onun elini kapacakmış gibi hissediyordu. Hızlı hızlı nefes alıp vermeye başladı. Ter damlaları yeniden alnından akıyordu. Karanlık, bileğine kadar onu ele geçirmişti. Umut dişlerini sıkıyordu. Bir an duraksadı. Gözlerini sımsıkı kapadı, yoksa ağlayacaktı. Birkaç saniye öyle durdu. Sonra gözlerini açmadan sağlam bir nefes alıp kolunu iyice derine götürdü. Patlayıcıyı epey ileri itmeyi başarmıştı ama gözlerini açıp da artık dirseğine kadar kolunun içeride olduğunu gördüğünde kendini tutamayıp ağlamaya başladı. Karanlık boşluk, dirseğine kadar onu ele geçirmişti. Ya içerde bir şey varsa diye düşünüyordu. Onun seslerini duyan dışarıdaki diğer madenciler neler olduğunu anlamak için ona sesleniyorlardı. Onları duyuyordu ama ağlamaktan konuşamıyordu. Zorlukla nefes alıyordu. Gözleri kararıyordu. Çocuk içeride kendini kaybediyordu. Dışarıdakiler epey telaşlanmışlardı. ‘Umut’ diye bağrıyorlardı ama aldıkları tek cevap çocuğun ağlama sesiydi. Sonra birden ses kesildi. İki saniyenin ardından ise daha farklı, şiddetli bir ses duyuldu. Bütün madenciler birden ustabaşına baktılar. O da yere doğru eğimli duran halata baktı. Umut yere düşmüştü. Bayılmış olmalıydı…
Umut dengesini kaybedip yere düşerken, girdiği aralığın ucunda birilerini görmüştü. Çok tanıdıktı…
Aralığın eşiğinde, anne ve babası ona bakıp gülümsüyordu…