Sahibi bilinmeyen mısralarda tanımıştık bırakılmışlığı.
Bir de yalnızlığın inciten sessizliğine yakalanmıştı,
Bir sükûtun şahitliğini mısralarda yapmak zormuş,
Yeni anlamıştık susmanın ustura gibi keskinliğini,
Oysa yazamam demiştim de kıramamıştım kalemimi,
Yüreğimdeki kırgınlığa bir kırık daha ekleyememiştim,
Yazılmamışları yazacak takat bile bulamazken kendimde.
Sahi ne kalmıştı ki yazılması unutulan şimdiye dek,
Labirent misali manzumlara mı saklayacaktık bizi,
Yoksa defter yapraklarında mı bulacaktık birbirimizi?
Bilemedim, bir yalnızlığa düşüp sus pus oldu etrafım,
Diyemedim, gidersen yalnızlığa gömülür her tarafım.
Susunca kuraklığın vuruyor, kelimelere susuyorum.
Konuşunca edebe karşı edepsizlikten korkuyorum.
Ne vardı yalnızlığın karşısında şöyle dimdik duracak?
Bir küheylan gibi nara atıp ona meydan okuyacak…
Ve bir cellat misali yalnızlığın boynunu vuracak…
Hüzünlü bir şarkıyı hareketli söyleyenler gibi,
Ben de içine düştüğüm yalnızlığa gülüyorum.
Biraz saçma, biraz eğlence, biraz kandırmaca değil mi?
Gözlerinin uçurumunda yine yalnızlığa düşüyorum.
Gidemezsin artık arkana bakmadan bir yol boyunca,
Caddelerde aradığın yüze rastlamaz gözlerin.
Bir aşk cehenneminde sensizlikten üşüyorum,
Anlarsın çaresizliğin vurduğu kelepçeden elleri.
İçimde kımıldayan yalnızlığın sesi bu duyulan,
Mecburi bir molaya yanaşırken, yorgunluktan dizlerin,
İncinirsin, ona ait olan güller sende solunca.
Sana düşen koca bir yalnızlık hayatın payından.
Yavaşça çekilir gündüzümden korkulu gecelerim.
Acıtır bir ses, aklıma geçmişten bir an vurunca.
Anladım ki çaresizdir, kelepçeli ellerim, Gözlerinin kahvesi aklıma vurunca,
Boğazımda düğümlenir okunası zor dizelerim...