KAYIP DUYGULAR 2
Dostoyevski'nin ‘Budala' adlı kitabından bir pasaj ile başlamak istiyorum yazımın ikinci kısmına: “Bu devir, sıradan insanın en parlak zamanı. Duygusuzluğun, bilgisizliğin, tembelliğin, yeteneksizliğin, hazıra konmak isteyen bir kuşağın devridir." Yazar bu kitabı 1800’lü yıllarda kaleme almış. Bu zamanda yaşıyor olsa acaba düşünceleri ne olurdu!
Duyguların kaybolmaya başladığını 150 küsur yıl önce belirtmiş Dostoyevski. Ben de buradan şu çıkarımda bulundum; demek her devrin insanları, kendi yaşadığı dönemden memnun değildi. İnsanlar her devirde; bir önceki devire göre bir çok şeyin yittiğini, bir çok değerin kaybolduğunu söylüyorlardı. Tıpkı benim 2000’li yılların ortalarında doğru bu yazıyı kaleme aldığım gibi...
Yemek yedikten sonra, sofranın başında mutlaka şu duayı ederiz: “Allah bereket versin" kimi zaman yiyecek bir ekmeğimizin olduğuna şükrederiz ama kimi zaman da şükretmeyi unutarak kalkarız sofradan.
Büyük anneannemin ekmek kırıntısına verdiği önemden bahseder annem zaman zaman. Evet, kırıntı! Çünkü, Kurtuluş Savaşı ve Yunan zulmü altında geçmiş genç kızlık dönemleri. Savaşın yanında açlık ve yoksulluk ile mücadele etmişler.
Torunlarına her sofrada, bezin üzerine dökülen ekmek kırıntılarını parmakları ile toplayıp yemelerini tembihler, kendisi de aynı şeyi yaparmış. Torunları niye her seferinde bunu yaptıklarını sorduğunda ise başlarmış anlatmaya: “Biz harp görmüş, yokluk görmüş insanlarız yavrum. O zamanlar bırakın ekmeği, buğday bile bulamazdık. Olan buğdayı atımıza yedirir, atın tezeğini yıkar, içinden çıkan buğday tanelerini ayıklar, tekrar yıkar ve onları yerdik. O sebeple ekmek benim için çok önemli. Siz de kıymetini bilin” dermiş. Ben bunu annemden ilk duyduğumda bir an idrak edememiştim. “Nasıl yani, atın dışkıladığı buğdayı mı yiyorlarmış!” demiştim şaşkınlıkla. Evet, tam da öyle oluyormuş!
Teknolojinin gelişmesi ile çalışkanlık duygusunun da kaybolduğu bilinen bir gerçek. Biz bu neslin bayanları olarak, evde birkaç işi artarda yaptığımızda kendimizi tebrik eder, arkadaşlarımıza da yaptığımız işeri büyük bir gururla anlatırız.
Evet, çoğu zaman büyük işler başarırız ama makinelerin desteği ile olur bunlar. “Ay bugün evdeydim, ne çok iş yaptım hepsi birikmiş. Yemeği koydum, arkasından makineye çamaşır attım, evi silip süpürdüm, bulaşıkları yıkadım, ütü yaptım” vs.
Kimi zaman bulaşıkları elimde yıkayıp, odayı çalı süpürge ile süpürsem de; genellikle birçok şeyi makine yardımıyla yapıyoruz. Annem bazen babaannemin ve anneannemin yaptıkları işlerden bahseder, bana bir hüzün çöker, ağlamaklı olurum.
Onlar; sabah namazında kalkar, önce fırını yakıp, akşamdan mayaladıkları ekmeği pişirirlermiş. Ardından ocaklığı yakıp yemeklerini koyarlarmış. Sonra tüm gün boyunca çocuklar, sürekli kurulup kaldırılan sofralar, tüm ailenin elde yıkanan çamaşır ve bulaşıkları... Mutfakları bile yokmuş, hatta evde çeşmeleri bile. Elektrik olmadığı için hiç bir elektronik atletleri de yoktu doğal olarak. Dere kenarına inip çamaşırlarını, dereden getirdikleri sularla da kar üzerinde bahçede bulaşıklarını yıkarlarmış. Bunların yanında eşlerine de işlerinde yardımcı olurlarmış.
Şöyle bir düşünüyorum ve yine idrak edemiyorum. Tüm bunlara güçleri ve zamanları nasıl yeriyordu!
Rahmetli babaannemin hiçbir zaman ‘lâmba’ dediğini duymadım. “Gazı söndür kızım” derdi. Çünkü hayatının büyük çoğunluğu gaz lambası, fener ile geçmişti. “Bana peşkir ver" dediğinde anlardım ki benden peçete istiyor. Telefonla konuşmayı bilmez, televizyon hiç izlemezdi. Yatsı namazını kıldığı gibi esnemeye başlardı. Çünkü eskiden beri hayat düzenleri böyleydi. ‘Çalışkanlık’ kelimesinin tam karşılığı büyüklerimizdi...