Hep dönülmek istenilen zaman makinasının dişlilerini geri sardırmak istemedim. Sezen’in bir kedim bile yok anlıyormusun hadi gülümse demesiyle de gülmüyorum.
Kedimiz mısırı 17 yıl önce ölmek üzere bulduğum o güne kadar, gayet sessiz olan evimiz, onun 17 yıl sonra ölümüyle yine aynı sessizliğe gömüldü. Sadece gömülen o değildi anlayacağınız. Dönmek istemediğim zaman makinası benim için tamda bu noktada başlamıştı. Çünkü biz onsuzluğu, patisizliği, miyavsızlığı hiç düşünmemiştik. Tırım tırım tırnakladığı minik tırnakları, koltuklara halılara yapışan beyaz kılları bir gün gidecek sanmamıştık. Ama oldu. Onun gidişiyle herşey eskiye döndü. Tıpkı ondan öncesinde olduğu gibi. Masanın üstündeki çiçekler bozulmadan durmaya başladı. Mutfak tezgahındaki bardaklarsa kırılmamaya. Mama ve su kâsesi boşalmış tuvalet kumu da sanki hokus pokusla kaybolmuştu. Gittiğine inanmak zor, ama bir gün geri geleceğine sarılmak kolay geliyordu insana. Sanki küçük bir çocuk gibi saklanbaç oynadığını düşünmekte. An geliyor,rüzgârın estirdiği tül perdenin ayaklarıma dolanması onu hatırlatıyor, acaba omu dolandı arkama dedirtiyor bazen. Görmediğimiz ama onun bizi gördüğü belkide özleyipte kendini hatırlattığı saliselik anlarda canlanıveriyor her defasında.
Bu defa bizim tüylerimiz ürperiyor. İçimizde birşeyler kopuyor. Sonra anlıyoruz aslında bir parçasını bizde bıraktığını. İşte bu yüzden sevemedim zaman makinasını. Çünkü hâlâ getirmedi süt mısırımı…