Koluna saat takan insanlar ikiye ayrılır. Bir aksesuar olması için takanlar, iki zamanla uğraşmak zorunda kalanlar. Benim tespitim ikinci tip insanlara yönelik.
Saat takan bir insan bir yerlere, birine, bir şeylere yetişme dürtüsü taşıyordur içinde. Bir yere gitmesinin bir sebebi vardır. Birinin yanına gitmesinin mutlaka hissel olarak değindiği bir şey vardır. İlla güzel bir duygu olmasına gerek yok, herhangi bir duygu bahsettiğim. Bir telaş, bir kavuşma, bir ayrılma ama vardır hissel bir dayanağı. Çünkü zaman onun bir şey ifade ediyordur. İyi ya da kötü bir şey ifade ediyordur, mutlaka.
Uzun zamandır hislerin kötü kısmıyla ilgilenmek zorunda bırakılıyorum. Mutlu geçirdiğimi zannettiğim yirmi bir yılımın mutsuzluk hep bir yerinden tutmuş olsa da tam etkileyemedi. Son bir senem, hem en mutlu hem en mutsuz günlerimin resmi. Hayatıma bir adam girdi, önce beni dünyanın en mutlu kadını yaptı hem de bilmeden ! Hayatıma girdi derken sevgili olarak falan değil, sadece hayatımda ‘’ var ‘’ oldu. Ve bu tartışmasız en güzel var oluştu. En güzel doğum günümü kesinlikle onun var olduğu doğum günü partimde geçirdim. Çünkü tek dileğim o gün orada olmasıydı ve oradaydı hayatta beni bundan daha mutlu edebilecek tek bir şey bile yoktu. Ben o gün bir dilek diledim mumları üflerken ve o adam yanımdaki sandalyede oturuyordu o sıra. Güzel bir pasta, dilek dilememi alevler içinde bekleyen mumlar ve dileğim olan adam. Bakın bundan iyi bir üçleme yok hayatta. Yaşamadıysanız yaşayın mutlaka, yaşamalısınız. Aradan bir ay geçti sadece. Ben o adamla yabancı oldum. Ses tonunun nerede kalınlaşıp nerede inceldiğini, kahveyi içerken büzdüğü dudaklarını resmedecek kadar tanıdığım adamla birer yabancı olduk. Sonrasında hayatımda güldüğüm hiçbir şey olmadı. Hiçbir şey. Çünkü bundan sonra gülebilmek ve bu gülüşlere herkesi inandırabilmek beni dünyanın en iyi yalancısı yapardı. Gülmedim, nedenim yoktu. Çünkü ben o adamın içini görmüştüm, yara almış ve bu yaraları sonsuza kadar kanayacak bir adamdı o. İyileştiremezdim onu, bana hiçbir zaman aşık olmazdı ama açık yaralarından aldığı kan kaybına takviye yapabilirdim aşkımla. Beni asla benim onu sevdiğim gibi sevemezdi elbet, biliyorum. En başında da biliyordum, şimdi de biliyorum. İlerisi için içimdeki o lanet umut var olduğu sürece de bileceğim bunu ama sahiplenirdi beni, bana aşık olmasını değil ama beni sevdiği birini sahiplenir gibi sahiplenmesini istedim. Çünkü ben derman olmak istedim, çünkü benim gibi bir kadının düşebileceği daha aciz bir durum yoktu, çünkü acizliğim asla umrumda değildi. Ben onu tüm acizliğimle, onu kıranlara hırçınlığımla, herkese karşı dimdik durup ama onun ayaklarına kapanarak sevdim onu.
Acizliğime sakın üzülmeyin, sadece kızın onu bu hale getirene. Keşke diyorum, keşke bu adam olmadan önce tanısaydım onu. Bu adamdan kastım, bu kadar yara almadan önce. Belki o zaman benim ona aşık olduğum gibi aşık bile olurdu bana. Sırf bu ihtimal için bile geriye dönmek söz konusu olsa herşeyimi verirdim. Canımı bile. Onu daha mutlu, daha umutlu, geleceğini bir an olsun bile önemseyen bir adam olduğunu görmeyi benden daha çok isteyen kimse yok. Bir gün bunların olacağını bilsem, canını vermen gerekiyor deseler işte tam da bu an bir saniye bile düşünmeden veririm. Ne yalan söyleyeyim belki içinde ben olmam ama bir umut var içimde, zaten o umut beni bu hayata bağlayan tek şey.
Gülsün istiyorum anlıyor musunuz, öyle bir gülsün ki martılar utansın sesinden, bu ne güzel gülüştür diye. Tüm istanbul dinlesin, tüm dünya duysun istiyorum. Öyle bir mutlu olsun ki sığmasın içine. Mutluluğu o kadar fazla olsun ki taşsın, kahkahalarıyla taşsın, gülerken gözlerinden yaş olarak aksın. O öyle güzel güler ki çünkü, utanır tüm İstanbul. Şehirde daha güzel gülen birini bulamazsınız. Galata utanır yaralarından, Kız Kulesi saklanır hasetinden, Taksim’de söndürürler tüm ışıkları parıltısından, Kadıköy’ün sokağında çingeneler bir kere bile daha vuramazlar darbukalarına saygılarından. O öyle güzel güler ki, susar Nevizade’ de tokuşturulan rakı bardakları, susar Bebek’teki anlamsız araba kornaları. İşlemez köprüler, kimse şikayet edemez trafikten. Çengelköy’de ki tüm balık tutanlar denize döker kovalarını, en güzel balığı o tutuyor diye. O bir güldü mü, bu şehirde onun sesini bastıracak tek şey yeni doğan bebeklerin ağlayışları olur, onları duyar ya daha da çok güler o. O benim, kolunda hep saatiyle gezmesini istediğim tek insan çünkü.
O saat olsun onun kolunda, baksın arada bir, ulan yine geç kaldım! desin. Yetişmeye çalıştığı randevusu olsun, uyanmak zorunda olduğu işi. Akşam evinde sıcak iki kap yemek pişirecek biri olsun, bir yandan eve kaçta gideceğini düşünürken, diğer yandan eve boş gitmemek için bir yerlere uğradığından geç kalsın hep. Benim babam öyle yapar çünkü. Kapı açıldığında biri sarılsın paçasından. Baba! desin. Babacım! Ben babama hiç babacım demedim ama eminim sen babacım kelimesini en sonuna kadar hak eden bir adamsın.
O yüzden sana hiç veremesem de doğum gününde bir saat almıştım hediye. Takarsın, belki geç kalmaman gereken bir yer olmasını istediğim için aldım onu. Belki zamanı durdurma isteğimden. Seninle geçirdiğimiz her an özel ama bazı anlar var, şimdi rızan olsa, elimde o şans olsa o anda ömür boyu kalırım. O anlar benim aklımda. Her ağladığımda sakın üzülme, bilki o anları tazeliyorum. Bazen unutacak gibi oluyorum ama hemen hatırlıyorum, geçiyor. Beni bir daha yokluğunla sınamasınlar, öldürsünler, kessinler, işkence etsinler istedikleri gibi ama yokluğunla sınamasınlar çünkü bunun bir tarifi yok.