Bölüm Sıfır: Giriş
"Older men declare war. But it is youth that must fight and die." – Herbert Hoover –
"Savaş kararlarını yaşlılar verir. Savaşıp ölenler ise hep gençlerdir." – Herbert Hoover –
Kısa Tarih
Ülkemizin kurucusu kral Arthur'un dört tane oğlu vardı. Kral Arthur'u herkes çok severdi. Ülke barış ve refah içindeydi, kral elli altıncı yaşına bastığı gün büyük bir doğum günü partisi düzenlendi. Ülkenin dört bir köşesi çiçeklerle süslendi, her yerde müzikler çaldı ve şarkılar söylendi ama maalesef kral Arthur doğum günü partisinde büyük bir hastalığa yakalandı. Ülkedeki tüm doktorlar en kısa sürede kralı iyileştirmek için kraliyet sarayına gittiler ama ne yaptılarsa hiç kimse kralı iyileştirmeyi başaramadı. Birkaç gün içinde kral Arthur hayatını kaybetti. Daha birkaç gün önce sokakları müzik sesleriyle süslü ve çiçeklerle kaplanmış olan ülkeyi sessizlik ve üzüntü sarmıştı. Kralı genç yaşlı herkes severdi ve onun ölümü herkesi üzmüştü. Ölmeden önce vasiyet bırakmıştı. Vasiyetinde ülkeyi dört bölüme ayırdığını ve her bölümünü bir oğluna bıraktığını söylemişti. Kuzey Bölgesi'ni en büyük oğlu Dagonet'a, Güney Bölgesi'ni ikinci oğlu Alynore'ye, Doğu Bölgesi'ni üçüncü oğlu Launcelot'a ve Batı Bölgesi'ni de en küçük oğlu Galahallt'a bırakmıştı. Her biri kendi bölgesinin kralı oldu. Babalarının koyduğu kuralları ve yöntemleri esas alarak kendi kurallarını koyup, ülkeyi kendi istedikleri gibi yönettiler ama ülkenin genelini etkileyecek kararları birlikte verdiler. Ülke yıllarca bu böyle yönetildi. Her kral kendi oğlunu kendi bölgesinin kralı yaptı ve yıllarca bir bütün olarak mutlu bir şekilde yaşadılar. Ta ki bundan on yıl önce kuzeyin kralı Asger ve doğunun Kralı Colby anlaşıp, batının kralını öldürüp, onun topraklarını alana kadar. Halk karşı çıkmaya çalıştı ama tüm çabaları boşuna çıktı. Batıyı ele geçirdikten sonra kuzey ve doğu arasında toprak için tartışmalar çıktı. Tartışmalar kuzey kralının güney kralını öldürmesiyle bitmişti. Kuzey kralı batı topraklarını kendi topraklarına ekledi. Doğu halkı da kuzey kralını destekleyeceklerini söyledikleri için kuzey kralı doğuya saldırmadı. Kuzey kralı güney kralına güney topraklarının kuzey topraklarına eklenmesini, kendisinin de onunla beraber kuzey kulesinde kalmasını istedi. Kuzey kralının planı tüm toprakları birleştirip, tekrar bütün bir ülke olmak ve toprakların tek elden yönetilmesiydi. Aynı şekilde güney kralı ülke topraklarının tekrar bir bütün olmasını istiyordu ama güney kralının ülke yönetimi konusunda başka planları vardı. O, krallık sisteminin sona erip, demokrasi sisteminin gelmesini istiyordu. Halkın kendi yöneticisini kendisinin seçtiği bir ülke olarak devam etmelerini istedi. Fakat kuzey kralı bu sözlere çok sinirlendi ve tüm güney topraklarını yok edip kuzey topraklarına ekleyeceğini söyledi. O günden bugüne kuzey ve güney arasında büyük bir savaş Var. Ve maalesef Güney Bölgesi bu savaşı kaybediyor...
Bölüm Bir: Buluşma
Kız
Size bir kahramanın hikayesini anlatmak istiyorum, her şeyin bittiğini sandığım anda hayatımı kurtaran kahramanın hikayesini. Ama onunla nasıl tanıştığımı anlatmadan önce birkaç gün öncesini anlatmak istiyorum. Yıl 1934, mayısın ortası. Sabah annemin seslenmesiyle uyandım, yatağımdan kalktım ve odamdaki pencereyi açtım. Dün yağmur yağdığı için bugün ferah bir hava vardı. Bizim ülkemizde yaz aylarında bile yağmur yağar ama kışın olduğu kadar sık değil, her birkaç haftada bir kere yağıp havayı serinletir. Dışarıdaki hava o kadar ferahtı ki pencereden gelen hava içimi serinletiyordu.
Çok büyük veya zengin bir aile değiliz. Annem küçükken kuzeye yakın topraklarda yaşıyormuş ve orada hemşirelik yapıyormuş. Durumlar kötüleşince annem ve ailesi kasabayı terk edip güneye doğru yönelmeye başlamışlar. Annemin annesi ve babası yolda kaptıkları hastalık yüzünden ölmüşler. Annemin bir de abisi varmış. Ama çok küçük yaşlardayken abisini savaşta kaybetmiş ve o yüzden hemşire olup savaştaki insanlara yardımcı olmak istemiş. Çünkü kimsenin sevdiği bir insanı savaş yüzünden kaybetmesini istemiyordu. Bizim kasabaya ulaşmadan birkaç gün önce annemin annesi ve babası kaptıkları hastalık yüzünden verdikleri mücadeleyi kaybedip ölmüşler. Annem ailesini defnettikten sonra yoluna devam etmiş ve bizim kasabaya varmış. Annem kasabadaki daha ilk gününde ne yapacağını bilmiyorken, babam ilk defa onu o gün görmüş. Neyin olup bittiğini anlamadan annemle babam evlenmişler. Annem şu anda zengin ve önemli insanların evine temizliğe gider. Onların kıyafetlerini yıkar ve ütüler. Babam ise bir demir fabrikasında işçi olarak çalışıyor. Bense küçük kasabamızda kızlar için okul olmadığından aileme yardım edebildiğim kadar yardım etmeye çalışıyorum. Bazen annemin yıkayıp ütülediği kıyafetleri sahiplerine teslim ederim, bazense evde oturup ev işleri ile uğraşırım. Annem de ona yardımcı olduğum için bazen hemşirelik yıllarında öğrendiği şeyleri bana öğretirdi. Onun verdiği hemşirelik eğitimi hoşuma giderdi, onun sayesinde dikiş atmak gibi bir çok şey öğrendim. Ama benim en çok zevk aldığım şey kitap okumaktı, büyüyünce yazar olmak istiyorum ama babam bu konuya çok olumlu bakmıyor. Ailenin tek çocuğu olduğum için babam zamanımı kitap okumakla değil de onlara yardım ederek harcamamı istiyor. Onu bu konuda suçlayamazdım çünkü dediğim gibi maalesef bizim küçük kasabamızda kızlar için okul yok, sadece erkekler için temel eğitim alabilecekleri bir tane küçük bir okul var ve bu kasabadaki kızlar genelde ailelerine yardım ederler. Daha sonra yaşları uygun olduğu zaman evlenirler. Ama ben hayatımın buradaki her kız gibi olmasını istemiyorum.
En yakın arkadaşlarımdan biri olan Adem okulda öğrendiği şeyleri bana öğretir ben de bunun karşılığında okuduğum kitaplardaki hikayeleri ona anlatırdım. Aynı zamanda bir kitap kulübü kurdum. Kasabada kitapları seven çok kişi olmadığından kitap kulübüm o kadar büyük bir kulüp değil. Zaten kasabamızda sadece bir tane küçük bir kitapçı var ve kitap fiyatları pahalı olduğu için kitap kulübümüzde çok fazla kitap yok ama aramızda para toplayıp her birkaç haftada bir kulübümüze yeni bir kitap eklemeye çalışıyoruz. Annem tekrar seslendi, hemen tuvalete gidip elimi ve yüzümü yıkadım. Aynaya baktığımda küllü kahverengi saçlarım dağılmış bir şekildeydi. Hemen saçlarımı tarayıp düzelttim, annemin yanına gittim. Babam sabah erkenden kalkmış ve işe gitmişti. Annem ise işe gitmek için hazırlanıyordu. Benden mutfağı toparlamamı istedi ve daha sonra bakkala gidip evde eksik olan eşyaları almamı istedi. İstediklerini söyledikten sonra alnımı öpüp beni sevdiğini söyledi. Daha sonra işe gitti ve her zamanki gibi evde tek başımaydım. Annem gittikten sonra evi sessizlik sardı, ben de bu sessizliği yenmek için şarkı söyleyerek ev işlerini yapmaya başladım. Etrafı toparlayıp yerleri süpürdüm. Küçük bir ailemiz ve küçük bir evimiz olduğu için temizliği hemen bitirdim. Bakkala gitmek için dışarı çıktım. Dışarı çıktığımda havanın güzelliğini daha fazla hissetim, gözlerimi kapattım, ciğerlerime çekebildiğim kadar oksijen çektim. Hava o kadar temiz ve ferahtı ki, sanki ilk defa nefes alıyormuş gibi hissetim. Gökyüzü bulutlu ve az güneşliydi, bir yerde oturup kitap okuyup havanın tadını çıkartmak isterdim ama bakkaldan almam gereken şeyler olduğu için bakkala doğru yöneldim. Yaşadığım kasaba küçük bir kasaba olduğu için herkes birbirini tanır ve insanlar çok sıcak kanlıdır. Hep başkente gidip büyük şehirleri görmek istemişimdir ama maalesef ülkemizin içinde bir savaş var, bu yüzden kasabamızı hiç terk edemedim. Ülkemizin Kuzey Bölgesi ile benim yaşadığım Güney Bölgesi yıllardır toprak için savaşıyorlar, savaşı kuzey birliği kazanıyor. Ülkenin yarısından çoğu onların hükmü altında. Babam bir süre sonra kasabayı terk edip daha güneye gitmemiz gerekeceğini ve savaş böyle devam ederse belki de ülkeyi bile terk etmemiz gerekebileceğini söylüyor ama paramız olmadığı için bunu nasıl yapacağımızı bilmiyoruz. Umarım savaş bizim kasabaya gelmeden önce iki bölge arasında barış olur ve bu güzel, küçük kasabımızı terk etmek zorunda kalmayız. Bakkala doğru yol alırken arkamdan birisi "Kate" diye seslendi, sesi tanıdık geldiği için arkama döndüm ve kasabadaki en yakın arkadaşım olan Adem'i gördüm. Koşarak bana doğru geliyordu, yanıma ulaştığında bana bir şeyler söylemeye çalışıyordu ama nefes nefese kaldığı için hiçbir şey anlamıyordum. Ona gülümseyerek "Bir şey anlamıyorum bekle, nefes al, sonra konuş." dedim.
Adem 17 yaşında ve benden bir yaş küçük. Boyu yaşına göre normaldi bense ondan bir kaç santimetre uzunum. Rahat kıyafetler giymeyi sever, bugün en sevdiği kıyafetleri giymişti; bol siyah pantolon ve çok ince bol siyah kazak. Havaların soğuk veya sıcak olması Adem'in pek umurunda değil. Temiz olduğu sürece o sevdiği ince kazağı giyerdi. Biraz uzun siyah saçları, rustik kahverengi gözleri ve çok sevimli bir gülümsemesi vardı. En sevdiğim özelliklerinden biri enerjik olmasıydı. Sınırsız enerjisi varmış gibi her zaman o kadar enerjik oluyordu ki hiç enerjiniz olmasa bile onun yanında mutlu ve enerjik hissediyordunuz. Sanki size kendi enerjisini veriyormuş gibi.
Adem soluklandıktan sonra "Her zamanki gibi çok şıksın Kate." dedi. Bugün de neredeyse her gün olduğu gibi altıma uzun siyah etek ve üstüme biraz bol beyaz bir gömlek giymiştim, kıyafetime iltifat etmesi beni şaşırttı. "Teşekkürler, peki bu iltifatını neye borçluyum?" diyerek bir soruyla yanıtladım.
"İnsanın arkadaşının kıyafetine iltifat etmesi için bir neden mi olması lazım?" diye cevap verdi ve gülümsedi. Şirin bir gülümsemesi vardı, onun gülümsemesini görmek beni de gülümsetiyordu. Nereye gittiğimi sordu, ben de ona bakkala gidip ev için bir kaç şey almam gerektiğini söyledim.
Bugün hafta sonu olduğu için Adem'in okulu yoktu. O da "Tamam, bu arada gece kitap kulübümüze geleceksin değil mi ?" dedi.
Emin bir şekilde "Tabi ki !" dedim. Ama aslında pek de emin değildim.
Herkes sadece gece boş olduğu için kulüp toplantılarını akşam yemeğinden sonra yapıyoruz ve babam da genelde gece tek başıma dışarı çıkmamı istemiyor ve annem işten yorgun bir şekilde geldiği için evde kalıp anneme yardım etmemi istiyor. Ama annem her zaman sen git, ben halledelerim der. Adem gitmesi gerektiği için "Akşam görüşürüz." diyerek geldiği yöne doğru koşarak gitti. Ben de bakkala doğru yürümeye devam ettim. Yolda yürürken yaklaşık bir hafta önce kasabaya yeni gelen adamı gördüm, yüzünü saklayarak yanımdan geçti. Bu tuhaf adam hiç kimseyle sohbet etmediği için kimse onun nerden ve neden geldiğini bilmiyordu. Kim onunla konuşmaya çalışsa kısa cevaplar verip sohbeti kapatabildiği kadar hızlı bir şekilde kapatmaya çalışıyordu. Kanım bu adama hiç ısınmadı. Her zaman siyah bir şapka takar ve uzun koyu mavi bir ceket giyer, aynı zamanda ceketin yakalarını kaldırıp kafasını içe doğru sakladığı için hiçbir zaman yüzünü iyi bir şekilde göremedim. O yüzden tam olarak neye benzediği hakkında hiçbir fikrim yok ve her zaman aynı kıyafetleri giyiyor, sanki başka kıyafetleri yokmuş gibi. Kasabadaki insanlardan bazıları bu adamla konuşmayı başarmışlar ve söylediklerine göre bu tuhaf adam kasabamızdaki gözcünün başka bir kasabadan akrabasıymış. Gözcü hastalandığı için ona bakmaya gelmiş. Gözcünün evinde kaldığı için ve kimse gözücüyü bu adam geldiğinden beri görmediği için kasabadaki bazı insanlar adamın dediklerine inandılar ama bazılarıysa bu tuhaf adamın birisinden kaçtığını ve gizlenmek istediği için böyle takıldığını söylüyorlar. Belki de. Peki gözcü nerde ve neden bu adam gözcünün evinde kalıyor? ! Birkaç gün içinde her şey ortaya çıkar diye umut ediyorum. Bu adam her kimse umarım kasabamıza zarar vermek için gelmemiştir.
Düşünceler içine dalmış bir şekilde ilerlerken birden bakkalın önünde buldum kendimi. Zaten bakkal eve çok uzak olmadığından hemen ulaştım. Bakkalın sahibi olan Liam azıcık kısa, yaşlı, ton ton bir amca. Ama onu kasabadaki herkesten farklı kılan şey uzun beyaz bıyıklarıydı. İçeri girdim, tam annemin istediklerini söyleyecektim ki
"Her zamanki gibi bir süt, bir ekmek ve iki yumurta değil mi?" dedi Liam.
Kafamı aşağı yukarı sallayarak Laim'ın dediklerini onayladım, ihtiyacım olan şeyleri hazırladı.
"Al bunlar istediklerin ve bu çikolatada senin gibi tatlı bir kız için." diyerek poşeti bana doğru uzattı.
Ben de ona parayı uzatıp bakkaldan çıktım ve eve doğru yol aldım. Eve ulaşmadan önce her zamanki gibi kasabadaki kitapçının yanına gittim ve yeni gelen kitapları inceledim, en sevdiğim dedektif serisinin yeni kitabı gelmişti. Bir çok tür kitap seviyorum ama en sevdiğim seri dedektif adam ve doktor yardımcısının maceraları. Alıp okumak istediğim çok fazla kitap vardı fakat maalesef onları alacak param yoktu. Kitapçıya iyi günler dileyerek oradan ayrıldım ve eve doğru yürümeye devam ettim. Eve ulaştığımda aldıklarımı mutfağın ortasındaki açık kahverengi küçük ahşap masaya bıraktım ve odama gittim. Yatağa uzanıp bugün kitap kulübümde hakkında konuşacağım kitabı kaldığım yerden okumaya devam ettim. Odamda tek kişilik yatak ve ahşap dolaptan başka bir şey yoktu. Evin tüm duvarları beyaz renginde, benim odamın duvarları hariç. Çünkü geçen yaz ailemle beraber duvarları açık pembeye boyadık. Annem yakın zamanda evin tüm odalarını farklı renklere boyamak istiyor, umarım en kısa sürede boyarız çünkü geçen yaz odamı beraber boyadığımız zaman çok eğlenmiştik ve aynı zamanda tüm evin duvarları beyaz olması sıkıcı geliyor bana. Eve renk katmanın güzel olacağını düşünüyorum. Kitabı okurken zamanın nasıl geçtiğini fark etmedim bile, okurken kaybolup gitmişim. Saatler dakikalar gibi ilerliyordu, dakikalarda saniyeler gibi. Annem eve gelmiş, yemekleri hazırlamıştı. Babam da gelmek üzereydi. Kitabımı yatağa bırakıp hemen mutfağa gidip masayı hazırladım, tabakları, bardakları, kaşıkları ve çatalları koyduktan sonra babam eve geldi. Babam normalden biraz uzun boya, dikdörtgen şeklinde bir yüze, kısa siyah saçlara, koyu kahve renkli gözlere ve yaşı kırk beş olmasına rağmen hayatı boyunca demir fabrikasında çalıştığı için biraz iri ve kaslı vücuda sahipti. Babam esmer tenli olmasına rağmen ben anneme çekmişim. Onun gibi beyaz tenliyim. Küllü kahverengi saçlarım, bal renkli gözlerim var ve annem benden biraz daha uzundu ama bir kaç yıl içinde onunla aynı boyda olurum diye tahmin ediyorum. Annem kırk yaşında olmasına rağmen çok genç gözüküyor ve çok güzel bir gülümsemesi var onun gülümsemesini gördüğüm zaman içim mutlulukla doluyor. Aramızdaki en büyük fark yüz tipimiz, annem yuvarlak bir yüze sahipken, ben elmas şeklinde bir yüze sahibim. Babam eve geldikten sonra hepimiz sofraya oturduk.
Annem "Eeee Noah, günün nasıl geçti." demesiyle sohbeti başlattı.
Gün boyunca yaptıklarımız hakkında konuşmaya başladık, yaptıklarımızı anlattıktan sonra bugün kitapçıda gördüğüm dedektif ve doktorun yeni gelen kitabı hakkında konuştum onu ne kadar istediğimi söyledim ama babam bir şey demeden sessizce yemeğine devam etti, ben de susmaya karar verdim. Yemeğimizi yedik, yemekten sonra kalkıp kitap kulübüme gitmem gerektiğini söyledim, babamsa önce sofrayı toparlamamı istedi.
"Baba zaten haftada bir toplanıyoruz, gelince sofrayı toparlarım ve anneme ütüde yardım ederim söz veriyorum." deyip masum bir şekilde ona baktım.
Babam da "Tamam, git ama geldiğinde yatmadan önce bulaşıkları yıkayıp kıyafetleri ütüleyeceksin." dedi ve alnımı öptü.
Annemle babamın elini öpüp dışarı çıktım. Adem beni kapıda bekliyordu ona selam verdim ve daha sonra koşarak Adem'le beraber kurduğumuz kitap kulübüne gittik. Kitap kulübü toplantısını kasabadaki kitapçının yanındaki parkta yapıyorduk. Çünkü gece saatlerinde tek aydınlık olan yer orası ve sokaklardı. Ben parka gelene kadar tüm arkadaşlarım çoktan ulaşmış ve sohbet etmeye başlamışlardı. Kitap kulübümüz üyeleri; ben, Adem, Elizabeth, Jack, Tom ve Emily. Ben de onların sohbetine katıldım, herkes okuduğu kitapların ne hakkında olduğunu anlattı ve daha sonra biraz sohbet ettikten sonra herkes evine gitti. Adem bana evime kadar eşlik etti, evimin önüne ulaştığımız zaman,
"Yarın görüşürüz." diyerek gülümsedi.
Ben de "Görüşürüz." diye cevap verdim ve eve girdim.
O an bilmediğim bir şey vardı, o da o gecenin Adem'le olan son görüşmemiz olduğuydu.
Eve girdiğimde annemle babamın koltukta beni beklerken uyuya kaldıklarını gördüm. Onları kaldırıp odalarına götürdüm. Daha sonra babama söz verdiğim gibi ütüleri yapmaya gittiğimde annemin tüm ütüleri bitirmiş olduğunu gördüm ve masanın üstünde "Sen uyu kızım." diye bir not bırakmıştı. Annemle babamın odasına tekrar gittim, onları alınlarından öptüm, annemin kulağına "Seni seviyorum." diye fısıldadım ve birden annemin yüzünde küçük bir gülümseme belirdi. Sanki dediklerimi duymuştu. Odadan çıkıp kapıyı kapattım ve odama gidip yattım. Ertesi gün sabah erkenden içimde sanki bir şeyi unutmuşum gibi bir hisle uyandım herkes hala yatıyordu, mutfağa gidip babam için kahvaltı hazırladım, bir kaç dakika sonra uyandı, kahvaltısını yaptı, hazırlandı ve beni sevdiğini söyleyip işe gitti. Babam çıktıktan sonra annem uyandı, mutfağa geldi ve kahvaltısını yaptı.
"Kahvaltı için teşekkürler kızım." dedi.
"Asıl ben dün yaptıkların için teşekkür ederim anne." dedim.
Annemin mutlu olduğunu gözlerinden görebiliyordum. "Kızım bugün ben bir kaç eve temizliğe gideceğim sen de vereceğim adreslere gidip onların kıyafetlerini ütü için getirmeni, daha sonra onları ütülemeni istiyorum. Çünkü ben eve dönünce çok yorulmuş olacağım ve o kıyafetleri yarın teslim etmemiz gerek, tamam mı?" dedi.
"Tabi ki anne." diyerek cevap verdim.
Annem beni öptü, bir liste verdi ve evden çıktı. Bulaşıkları elimle yıkadım, evi toparladım. Evimizin giriş kısmına sırtını verdiğin zaman sol tarafta mutfağı sağ taraftaysa salonu görebiliyordum. Ama bu odaları birbirinden ayıran bir duvar veya kapı yoktu sanki hepsi tek bir odaymış gibi ama yarısı mutfak yarısı da salondu. Salonun arkasındaki odada küçük bir tuvalet vardı ve yanındaki odada duş almak için duş kabini vardı, tuvalet ve duş aldığımız odalar çok küçüktü, duş kabinin karşısında üst kata çıkan bir merdiven, sağ tarafındaysa evin arka bahçesine çıkan bir kapı vardı, bahçe derken aklınıza çok büyük bir yer gelmesin babam evimizin arkasında hobi olarak meyve ve sebze yetiştiriyor böylece hem daha sağlıklı yemeklerimiz oluyor hem de masraflardan birazcık da olsa kısmış oluyoruz. Üst kata çıktığınızda direkt merdivenin karşısında annemle babamın odası var ve merdivenin hemen sağında benim küçük odam vardı. Annem resimler çok sevdiği için evin salonunda ve odalarında kendisinin çizdiği tabloları vardı, annem resim yapmayı çok sever ama hep meşgul olduğu için uzun süredir resim çizemiyor ama umarım evi boyamaya başladığımız zaman duvarlardan birine güzel bir resim çizip eve farklı bir hava katar.
Evi toparladıktan sonra kıyafetleri koymak için kullandığımız sepeti alıp evden çıktım ve annemin verdiği listedeki evlere doğru yol aldım. Listede 4 tane ev vardı, ikisi kasabadaki en zengin ailelerden diğer ikisi de kasabadaki maddi durumları normal seviyede olan insanlardı. Listedeki üç eve gittim ve verdikleri kıyafetleri aldım sona bıraktığım ev kasabanın en zengin insanlarından biri olan Bay Mason'nun eviydi, onu sona bırakmamın nedeni kasabadaki en sevdiğim ev olmasıydı ve eve dönmeden önce en son o evi görmek istiyordum. Hava yavaş yavaş kararmaya başladığı için hızlı bir şekilde Bay Mason'nun evine gittim. Evinin etrafı çiçeklerden oluşan bir surla kaplıydı, ön kısmında büyük sanatsal bir şekilde hazırlanmış bir metal kapı vardı. Kapıyı itip Bay Mason'nun ön bahçesine girdim. Girişteki kapıdan evin ana kapısına kadar beyaz çakıllardan oluşan bir yol, sağımda ve solumdaysa farklı türler ve renklerden oluşan güller ve çiçekler vardı. Evin girişine doğru yürürken derin bir nefes aldım ve bahçedeki çiçeklerden çıkan güzel kokuları içime çektim. Çiçeklerin güzel kokusu resmen insana mutluluk verip yorgunluğunu alıyordu. Öndeki girişten evin kapısının arasında çok büyük bir mesafe olmadığından bir kaç adımda ana kapıya ulaştım. Büyük çift kaplı beyaz üzerinde güzel işlemeler olan bir kapıydı ve ortasında altın kaplamalı içi boş halk şeklinde olan hafif bir tokmak vardı, elimdeki kıyafetlerin olduğu sepeti yere bırakıp sağ elimi uzattım ve tokmağı kullanarak kapıyı çaldım, beklemeye başladım. Birkaç saniye içinde Bay Mason'un hizmetçilerinden biri kapıyı açtı.
"Günaydın Kate hanım." dedi ve bir sepet uzattı.
Sepetin içinde Bay Mason'nun kıyafetleri vardı, Bay Mason biraz titiz olduğu için kendi kıyafetlerinin başka insanların kıyafetleriyle karışmasını sevmez o yüzden kıyafetlerini verirken her zaman kendine özel sepet içinde verirdi. Bay Mason istese kıyafetlerini evdeki hizmetçilere ütületebilirdi ama beni ve ailemi sevdiği için bize yardım etmek istiyordu. Birkaç kere aileme para teklif etti ama ailem kabul etmedi, daha sonra Bay Mason aileme bir teklifte bulundu, bundan sonra onun kıyafetlerini biz ütüleyecektik ve Bay Mason'da bunun karşılığında bize para verecekti, ailem kabul etti ve o günden beri Bay Mason'nun kıyafetlerini biz ütüleriz. Onun sayesinde ün kazandık. Kasabadaki çoğu kişinin kıyafetlerini kısa süre içinde biz ütülemeye başladık.
Sepeti aldıktan sonra "Bay Mason evde değil miydi ?" diye sordum kapıyı açan hizmetçiye.
"Maalesef." diyerek soğuk bir şekilde yanıtladı.
Teşekkür edip, kıyafetlerle birlikte eve doğru yürümeye başladım. Tüm gün unuttuğum şeyin ne olduğunu bulmaya çalıştım ama aklıma hiçbir şey gelmiyordu, eve ulaştığımda ailem evdeydi. Kıyafetleri salonda bıraktım.
"Neden erken geldiniz bir şey mi oldu." diye meraklı bir şekilde sordum.
Annemle babam birbirlerine baktı daha sonra bana baktılar ve aynı anda "Yok." dediler ses tonlarından bir şeylerin döndüğünü anlamıştım, ama ne olduğunu hala bilmiyordum, annemle beraber salonda kıyafetleri ütülemeye başladık, ütümüzün olduğu gün evde yemekleri babam yapardı. Annem kadar iyi aşçı olmasa da yemekleri lezzetliydi. Ütüyü bitirdiğimiz de babam da yemek yapmayı bitirmişti, hep beraber sofrayı serdik, tam sofrayı serip masaya oturmuştuk, annem hızlı bir şekilde eliyle ağzını kapattı.
"Olamaz, Kitapçıdan almam gereken bir şey vardı." dedi.
Babam bana baktı, "Kate kitapçıya git ve annenin unuttuğu şey al, yemeğe sen gelmeden başlamayız" dedi.
Babam bu saatte kendisinin yerine benim çıkmamı ilk defa istemişti, gerçekten ters giden bir şeyler olduğunu hissetmeye başladım,
anneme baktım, "Peki ne unutun anne?" diye sordum.
"Kitapçı biliyor merak etme, sana bir kutu verecek o kutuyu al ve gel." dedi.
"Tamam." deyip çıktım ve kitapçıya doğru hızlı bir şekilde gittim.
Yol boyunca neler olup bittiğini anlamaya çalışıyordum, sabahtan beri sanki bir şeyi unutmuşum gibi bir his var içimde. Kitapçıya ulaştım, kitapçı dükkanını kapatıyordu. Vitrin camının yansımasından beni gördü ve arkasına döndü.
"Nasılsın Kate bende seni bekliyordum." deyip annemin bahsettiği kutuyu verdi.
Kitapçının böyle demesi beni daha da şüphelendirdi çünkü kitapçıya uğraması gereken kişi annemdi, kutuyu aldım. "İyi akşamlar." deyip eve döndüm, kapıyı açtım annemle babam kapının karşısında yan yana duruyorlardı. Annemin elinde çikolatalı pasta ve üzerinde beş tane mum vardı, beş benim favori sayımdı.
Eve girdiğim an "Doğum günün kutlu olsun KATE !!!" dediler.
Sabahtan beri hatırlamaya çalıştığım şey buydu, bugün benim doğum günümdü! Annem pastayı mutfak masasına koydu, pastanın başına geçtim, elimdeki kutuyu masanın köşesine koydum ve bir dilek tutup mumları üfledim, annemle babama sarıldım.
Annem "Hediyeni açmayacak mısın." deyip eliyle getirdiğim kutuyu işaret etti. Hızlı bir şekilde kutuyu açtım heyecandan kalbim çok hızlı bir şekilde atıyordu, içinden dün kitapçıda gördüğüm yeni gelen dedektif ve doktorun maceralarının yeni kitabı vardı. Çok mutlu olmuştum, mutluluktan ağlamak istiyordum.
Anneme ve babama sarılıp "Çok teşekkür ederim, dünyadaki en iyi ailesiniz sizi seviyorum." Dedim.
Onlar da birlikte "Biz de seni seviyoruz." dediler.
Daha sonra annem pastayı kaldırdı. "Önce yemek sonra tatlı." dedi.
Hızlı bir şekilde yemeği yedim, aklım pastada olduğu için o gün ne yediğimi bile hatırlamıyorum, ailem de yemeklerini yedikten sonra sofrayı kaldırdık ve pastayı yedik, pastayı yerken sohbet edip güldük ve eğlendik. Babam yarın işe gideceği için uyumaya gitti, annemle ben ortalığı temizledik. Ardından odalarımıza geçtik. Oturup kitabı okumaya başlamak istiyordum ama çok yorulmuştum o yüzden yatağa uzandığım gibi uyuyakaldım.
Ertesi gün kalktığımda her günkü gibi annem kahvaltıyı hazırlamış babamsa erkenden işe gitmişti. Kahvaltı yaptım, sonrasında evi toparladım, evi toparladıktan sonra annemin ütülediği kıyafetleri sahiplerine teslim etmek için evden çıkmaya hazırlandım. Her zamanki kıyafetlerimi giyip anneme veda edip evden çıktım, annem biraz yorgun olduğu için bugün evde dinlenecekti. Evden çıktıktan sonra Adem'in evine gitmek istiyordum, onu dün görmemiştim ve normalde doğum günüm olduğunda ilk hatırlayan insan o olurdu, dün gelmemesi hem beni üzmüştü hem de tuhaf gelmişti ama bugün pazartesi olduğu için büyük ihtimalle Adem okuldadır diye düşündüm. O yüzden önce kıyafetleri teslim etmeye dönüşte de ona uğramaya karar verdim. Bir saat içinde tüm kıyafetleri sahiplerine teslim etmiştim, bir kişi hariç; Bay Mason. Kasabadaki en zengin insanlardan biri. Çok büyük iki katlı, geniş, bahçeli beyaz bir evi vardı. Ayrıca kendisi kitap kulübümüzün sponsoru. Kitap alacak kadar paramız olmadığı için Bay Mason her hafta kendi kitaplığından bize kitap verir ve biz o kitapları okuduktan sonra ona tekrar teslim ederiz. Bay Mason'unun kıyafetlerini ona teslim etmek için evine doğru yürüdüm, evi bizim eve en uzak evdi o yüzden oraya ulaşmam bir kaç dakikamı aldı Eve ulaştığımda kapıyı çaldım ve hizmetçilerden biri kapıyı açtı içeri girmemi söyledi. Bay Mason'unun kütüphanesinde beklememi istedi. Odaya her girdiğimde kalbim hızlı atmaya başlardı çünkü hayatımda gördüğüm en güzel oda bu odaydı. İki duvar baştan sona kitaplıkla kaplıydı. Aynı şekilde kapının olduğu duvar da kitaplıkla kaplıydı. Tek fark ortasında kapı vardı. Peki odanın son köşesinde ne mi vardı? Bir köşeden diğer köşeye kadar uzanan cam pencere evin bahçesine doğru bakıyordu. Odada çok rahat büyük bir koltuk ve yanında da küçük bir masa vardı. Bay Mason bu koltuğa oturup çayını masaya koyup, bahçesine bakıp kitap okumayı çok sever, aynı zamanda kendisi bir yazar, umarım ben de bir gün Bay Mason gibi yazar olabilirim. Kitaplara bakarak zaman geçiriyordum, acaba bize bu hafta kitaplıktan hangi kitabı verecek diye düşünüyordum ve birden patlama sesleri geldi. Ödüm kopmuştu sanki. Hemen ardından saldırı sireni çalmaya başladı, dışardan çığlık sesleri geliyordu. Korkudan ne yapacağımı bilmiyordum, odadan çıkıp Bay Mason'a seslendim ama evde kimse yoktu. Sanki birden herkes yok olmuştu. Birkaç kere daha seslendikten sonra koşarak evi terk ettim. Saldırı sireni çalmaya devam ediyordu. Tuhaf olan şey gözcünün kasabayı saldırı olmadan önce uyarması gerekirken uyarmamış olmasıydı. Her şey bir anda oldu ve tüm kasaba hazırlıksız yakalandı. Korkudan panik içindeydim, doğru düzgün düşünemiyordum, derin bir nefes alıp verdim ve eve doğru koşmaya başladım. Siren seslerinin yanında patlama sesleride duymaya başladım etrafta insanlar koşuyor, binalar yanıyor ama hiçbir bir şey umrumda değildi. Tek istediğim ailemin sağ olması. Adem'in evinin yanından geçtim evi harap olmuştu. Evde olmamış olması için dua ettim ama o an kalbimden bir şeyin eksildiğini hissetim, durup bakmak istiyordum ama her şey için çok geçti, o gün en yakın arkadaşımı kaybettiğimi anlamıştım. Koşmaya devam ettim, evimizi uzaktan görebiliyordum, hala her şey sağlamdı ailemin de sağ olması için tüm kalbimden dua ediyordum. Kalbim o kadar hızlı atıyordu ki sanki içimde davul çalıyordu, o kadar ses olmasına rağmen kalp atışlarımı duyabiliyordum, tüm kasabayı çığlık ve siren sesleri kaplamıştı. Sokaklardaysa acı içinde bağıranlar, panikten ne yapacaklarını bilmeyenler, ölü insanlar vardı. Çektikleri acı yüzlerinden okunuyordu. Bağıranlar o kadar çığlık çığlığa bağırıyorlardı ki sesleri insanın tüylerini diken diken ediyordu, hayatımda gördüğüm en korkunç manzarayı o gün görmüştüm. Savaş hakkında daha önceden bir şeyler duymuştum ve okumuştum ama hiç böyle korkunç ve karanlık olacağını tahmin edememiştim. Ortalık tam bir kaostu. Ama her şeye rağmen eve koşmaya devam ediyordum, tam evin kapısına yaklaşmıştım ki gökten bir ses geldi, kafamı kaldırıp yukarı bakmamla beraber tam evin üstüne bir bomba düştü. Her şey saniyeler içinde oldu, neye uğradığımı anlamadım. Arkaya doğru savruldum. Birden her yerimi dumanlar sardı, hiçbir şey göremiyordum ama eve doğru ilerlemeye devam ettim, evin kapısına geldiğimde evin yarısı çökmüştü. İçeri girdim. Patlamanın sonucunda çıkan yangınının dumanı her yeri sarmıştı, görmekte zorluk çekiyordum. Evin içine girdiğimde "ANNE!" Diye yüksek sesle seslenip durdum. Ta ki annemi yerde yatarken görene kadar. Çatının bir parçası üstüne düşmüş ve vücudunun yarısını kaplamıştı. O anı, hissetiklerimi kelimelerle anlatmak imkansızdı benim için, birden zaman durdu, tüm dünyam yok oldu, ne yapacağımı bilemiyordum. Oracıkta donup kaldım ve öylece yerde yatan annemin cesedine bakıyordum. Kasabadan gelen büyük bir patlama sesiyle kendime geldim, annemin üstündeki ahşapları kaldırmaya çalıştım ama o kadar ağırdı ki kımıldamadı bile. Çok çaresizdim. Kendimi hiç o kadar zayıf ve mutsuz hissetmemiştim. Yere çöktüm ve ağlamaya başladım. Artık benim için her şey bitmişti, kendi ölümümü bekliyordum ve birden içeri kuzey birliğinin askerlerinden biri girdi. Silahını bana doğru doğrulttu, gözlerimi kapatıp beni vurmasını bekledim. Birkaç saniye bekledim, hala hayattaydım. Gözlerimi yavaşça açtım, silahını indirmişti. Kendi kendine konuşuyordu.
"Bunu yapamam." deyip sağdan sola ve soldan sağa stresli ve hızlı bir şekilde yürüyüp duruyordu. Aynı zamanda aynı lafları tekrarlıyordu, birden durdu, kendisini tokatladı, derin bir nefes alıp verdi ve yanıma geldi.
"Olanlar için üzgünüm. Ne desem acını dindirmeyecek biliyorum. Bunların olmasını istemezdim ama beni iyi dinlemelisin. Buradan hızlı bir şekilde gitmemiz gerek, yoksa öleceksin, bir kaçış yolu biliyor musun ?" dedi.
gözlerimin içine korkuyla bakarak. Önce bir tuzak olabileceğini düşündüm ama sesindeki tondan ve gözlerindeki bakışlardan onun da korktuğunu anlamıştım. İşte onunla o gün tanıştım. Her şeyin bittiğini sandığım zaman hayatımı kurtaran kişi.
Erkek
Her şey o mektubun gelmesiyle başladı. Yıl 1934 mayısın başı. Güneş daha yeni doğuyordu ama yeni doğuyor olmasına rağmen hava sıcaktı. Haftalardır hiç yağmur yamamıştı ve gökyüzünde hiç bulut yoktu. Adım William White. Ülkenin kuzey topraklarında ailemle beraber büyük bir kasabada yaşıyordum. Yaşadığım kasaba güney topraklarına en yakın olan kasabalardan biriydi, aramızda arabayla iki üç günlük mesafe vardı. Kuzey birliği askerleri güney topraklarını istila etmek için ilerliyorlardı ve bizim kasabaya ulaştıklarında mola vermek istedikleri için durduklarını sanmıştık ama her evden orduya katılması için zorunlu bir şekilde bir erkek almaya gelmişlerdi. Ama o gün benim ve ailemin bundan haberi yoktu. Ailemin çiftliği var. Babam zamanının çoğunu hayvanları besleyerek geçirir, ben de ona yardım edebildiğim kadar yardım etmeye çalışıyorum. Annemse ev hanımı, bundan iki yıl önce abim savaşa katılmak için orduya katıldı ve o günden beri ondan hiç haber almadık. Ailem Kuzey ile Güneyin arasındaki savaşa ne kadar karşı olsalar da abim orduya katılmak istediğini söylediğinde kimse ona bir şey demedi. Babam abimi benden daha çok severdi.
Bana hep "Neden abin gibi olamıyorsun!" derdi.
Evdeki her işi abim hallederdi, evin erkeği, direği gibiydi. Bense onun tam tersiydim. Hayattaki amacımı bulmak için gezip dururdum. Birçok şey yaptım ama hiçbir şey beni tatmin etmedi. Hep kalbimde bir eksiklik olduğunu hissetim. Babam hep ona yardım etmemi isterdi ama zaten abim her şeyi hallediyordu, ama artık o burada değil o yüzden ben de abim gittiğinden beri ailemle yaşamaya ve babama çiftlikte yardım etmeye başladım. Burada ne kadar mutlu olmasam da ailemin bana ihtiyacı olduğunu bildiğim için burada kalmaya devam ettim.
Ben ve abim zıt olmamıza rağmen iyi anlaşırdık, ne olursa olsun hep arkamı kollardı. Abimin iri ve kaslı vücudu, geniş omuzları, uzun boyu, kare yüz tipi, kısa siyah saçları, koyu kahve gözleri ve kalın ses tonu vardı. Konuştuğunda tüylerin diken diken olurdu, yürüdüğünde karizmasından herkes ona bakardı. Benimse ince zayıf bir vücudum vardı, ama iki yıldır babama çiftlik işlerinde yardığım ettiğim için azıcık kaslarım olmaya başladı. Yaşıma göre normal uzunlukta boyum, oval yüz tipim, Kestane kahvesi gözlerim ve uzun koyu kahve saçlara sahibim. Yirmi iki yaşındayım. Abimse benden dört yaş büyük, abimle tek ortak noktamız ikimizinde babamız gibi hafif esmer olmamızdı.
Horozun ötmesiyle uyandım yüzümü yıkadım ve hayvanları kontrol etmek için evimizin yanındaki ahıra gittim. İki ineğimiz, altı tavuğumuz, dört horozumuz iki keçimiz ve üç koyunumuz vardı. Hayvanları kontrol edip, yemlerini verdikten sonra eve geri döndüm. Annem uyanmış, kahvaltı hazırlamıştı. Annem kırk sekiz yaşında, biraz kısa boylu, zayıf, beyaz tenli, kestane kahvesi renginde gözlere ve yaşlandığın için hafif beyazlamış çok uzun siyah saçlara sahip bir kadındı. Anneme sofrayı hazırlamakta yardım ederken, babam mutfağa geldi ve masaya oturdu. Babam elli beş yaşında ne kaslı ne zayıf, ne uzun ne kısaydı. Her şeyin ortasında, normal standart bir vücudu vardı, yüz tipi dikdörtgendi. Yaşlılıktan veya stresten, belki de benim yüzümden saçları dökülmüştü ama kafasının etrafında beyaz renkte az saçı kalmıştı ve gözleri abim gibi koyu kahverengindeydi. Her gün yaptığımız gibi ailecek kahvaltı edip sohbet ediyorduk. Birden kapı çaldı, kapıyı açmak için sofradan kalktım, kapıyı açtım ve postacıyı gördüm. Postacıyı gördüğüme şaşırmıştım çünkü bize nerdeyse hiç posta gelmezdi, postacı zarfı sağ eliyle uzatırken sol elini omuzuma koydu yüzüme bakıp "Geçmiş olsun evlat." dedi üzgün bir şekilde. İlk önce abimin öldüğüne dair haber geldiğini sanmıştım, ailem şok olmasın diye onların yanında mektubu açmak yerine oracıkta açtım, mektupta aynen şöyle yazıyordu:
" Kuzey Bölgesi Sakinleri
Ülkemizin sizin gibi gençlere ihtiyacı var bu yüzden vatan
görevinizi yerine getirmek için ve size sağaladığımız imkanları devam
edebilmemiz için güney topraklarının tümüne sahip olmamız ve tek bir ülke
olmamız gerek ve bunu sağlamak için daha büyük ve güçlü bir orduya
ihtiyacımız var o yüzden her evden bir erkeğin orduya katılmasını
rica ediyoruz."
"Not: Yarın ordu hareket ediyor, yarın güneş doğumunda önce şehir merkezinde olmanız rica ediyoruz, olmamanız taktirde vatan haini sayılacaksınız ve tüm varlıklarınıza el koyulacak."
Her satırı okuduğumda kalbim daha hızlı atmaya başlıyordu, aklımda bir sürü düşünceler vardı. Ailem bensiz ne yapacak? Aileme kim bakıp yardım edecek? Bir çocuk hasreti daha mı çekeceklerdi? Ama yapabileceğim bir şey yoktu, vatan haini olarak ilan edilirsek her şeyimizi elimizden alacaklardı. Belki de hapise atıp işkence bile edebilirlerdi, o yüzden yapılması gerekileni yapmalıydım. O da orduya katılmaktı, kararı verdikten sonra aklımda tek bir soru kaldı: "Bunu nasıl aileme söyleyeceğim ?" Yavaş yavaş aileme doğru yürüdüm onlara nasıl açıklayacağımı düşünüyordum. Babam,
"Ne oldu birden suratın düştü? " diye sordu.
yavaşça masaya oturdum. "Size bir şey söylemem gerek." Ailemin yavaş yavaş bir şeylerin ters gittiğini anlamaya başladıklarını yüzlerinden görebiliyordum, onların gözlerine bakarak,
"Beni askerliğe çağırıyorlar, eğer gitmezsem tüm malımıza el koyacaklar." dedim. Annem şok geçirdi, orda donup kaldı, ne diyeceğini bilemedi.
Babam üzgün bir şekilde, "Sen annenin yanında kal, senin yerine ben giderim." dedi.
Olmaz baba, ev işlerinden, çiftlikten anlayan sensin anneme ben bakamam, onun sana ihtiyacı var." diyerek cevap verdim.
Annem elini uzattı ve elimi tuttu gözlerinden göz yaşları akmaya başladı. "Seni de kaybedemem oğlum." dedi.
O sözleri içimi ne kadar yaksa da başka bir çaremiz yoktu, "Ben kararımı verdim yarın sabah gidiyorum." dedim.
Babam masadan kalkıp odasına gitti, annem bir şey demeden benimle masada kaldı sessiz bir şekilde, sadece bana bakıyordu. Zaten bir şey demesine gerek yoktu, gözlerinden ne kadar üzgün olduğu anlaşılıyordu. Birkaç dakika oturduktan sonra,
"Merak etme anne savaş bitince geri döneceğim, savaşa gitmeden önceki son günümde sizi üzgün görmek istemiyorum." dedim.
Annem beni kırmayıp kendisini gülümsemeye zorladı. Babam tüm gün odadan çıkmadı. Hava karardı, annem yoruldu. Ona gidip yatmasını söyledim ama annem benimle kalmak istedi, biraz ısrar ettikten sonra onu ikna etmeyi başardım, odasına gitti ve uyudu. Ben de mutfak masasında oturmaya devam ettim. Birkaç dakika sonra babam odasından çıktı ve yanıma geldi karşımdaki koltuğa oturdu.
"Yıllarca abini senden daha fazla sevdiğimi ve bunun nedenini de onun senden daha iyi olduğu için olduğunu düşündüğünü biliyorum." Babam konuşmasını yarıda kesip
"Bunun bir önemi yok baba." dedim.
"Sus ve söylemek istediklerimi dinle." dedi.
Kafamı yukarı aşağı sallayarak "Tamam." dedim.
Babam derin bir nefes alıp verdi ve "Abin doğduğu zaman, ne olur benim gibi maceracı, sorumluluk almayı sevmeyen, kalbi yumuşak biri olmasın diye dua ettim aynı duayı senin doğduğun gün de ettim, abin istediğim gibi sorumluluk almasını bilen, sert bir insan oldu. Sense benim gençliğimdeki halime benzedin, senin de benim gençliğimde yaptığım hataları yapmandan korktum. O yüzden hep abin gibi olmanı istedim." dedi.
Ne diyeceğimi bilemedim, sesiz kaldım. Babam ayağa kalktı yanıma geldi ve bana sarıldı, "Sana verdiğim zarfı kendini çaresiz hissettiğin zaman açıp okumanı istiyorum. Savaşta dikkatli ol, biliyorsun bu savaşı destekleyen bir aile değiliz. Masum insanları öldürmemeye çalış, aynı zamanda hayatını riske atacak bir şey de yapma." dedi.
Sesinden, bana şiddetli sarılmasından her şeyi içinden söylediğini hissedebiliyordum. Babam bana sımsıkı sarılırken gözünden akan yaşın omuzuma düşmesiyle sessizce ağladığını ama bunu belli etmek istemediğini fark ettim. Gözlerimin içine bakıp,
"Seni seviyorum oğlum". dedi ve odasına gitti.
Babam da yatmaya gittikten sonra ben de odama gidip son bir kez yatağımda yatmak istedim.
Ertesi gün horozun ötmesiyle uyandım. Ailemin odasına gittim, annemle babamı alınlarından öpüp kasabanın meydanına doğru yol aldım. Onları uyandırıp son bir kez veda etmek isterdim ama onları bir kez daha dünkü gibi üzgün görürsem gitmekten vazgeçeceğimi biliyordum ve bunu yaparak tüm ailemi riske atamazdım bu yüzden bir şey demeden sessizce çıktım. Yolun üstünde benim gibi birçok gencin orduya katılmak için meydana doğru yürüdüğünü gördüm. Bazılarını tanıyordum ve bazılarını hayatımda ilk defa görüyordum. Meydan bizim eve biraz uzaktı, on beş dakika yürüdükten sonra meydana ulaştım. Kuzey ordusu hareket etmek için yavaş yavaş hazırlanıyordu. Gençlerin bazıları ailelerine veda ediyordu, yüzlerinden korktuklarını görebiliyordum, anneler ağlıyor babalar oğullarına cesur olmaları gerektiğini söylüyorlardı. Bazı gençler de isim kontrol sırasında duruyorlardı. Her yaştan insan vardı. Ben de sıraya girdim. İnsanlar isimlerini söylüyorlardı, masa başındaki asker de isimleri not alıyordu. Sıra hızlı bir şekilde ilerliyordu, bana geldiğinde masa başındaki asker kafasını eğmiş sağ elinde bir kalem ve masadaki isimleri yazdığı deftere bakıyordu,
"Adın ne evlat ?" diye sordu yüzüme bile bakmadan.
"Adım William White efendim." diye cevap verdim.
Kafasını kaldırdı ve bana baktı, "Aaa başka bir White, seni aramızda görmek güzel." dedi,
evraklarımı bana uzattı ve nereye gitmem gerektiğini gösterdi, neden böyle söylediğini bilmiyordum. Acaba abimi mi tanıyordu? Yoksa kasabada başka bir White ailesi mi vardı? Ona sormak istedim ama bana yolu gösterdikten sonra işine devam etti. İşaret ettiği çadıra doğru yürüdüm, çadırın içine girdim orduya yeni katılan kişiler burada kıyafetlerini değiştiriyorlardı. İçerisi kalabalıktı. Kuzey ordusunun üniforması mavi renkli bir kumaş pantolon, uzun beyaz çizme, kafamıza siyah küçük bir kask, içimize ince bir mavi kazak ve üstüne mavi bir ceket ama bilek kısmı beyazdı. Tüm erkekler gibi ben de hızlıca kıyafetlerimi giydim, çadırdan çıktım. Yeni gelen askerlerin kıyafetlerini giydikten sonra meydanda gruplar şeklinde dizildiğini gördüm. Hemen koşarak bir gruba katıldım. Herkes toplandıktan sonra komutan geldi. Yüksek ve güçlü bir sesle,
"Bir gün boyunca yürümeye devam edeceğiz sonra kamp kurup yeni gelen askerleri iki hafta boyunca eğiteceğiz, eğitim sonuçlarınıza göre sizi sınıflandıracağız, daha sonra en yakın güney kasabasını fethedip onu da kuzey topraklarına ekleyeceğiz anlaşıldı mı!." dedi.
Tüm askerler, "ANLAŞILDI KOMUTANIM" diye bağırarak cevap verdiler,
bense sessizce arka sırada durup etraftaki insanları gözlerimle inceliyordum. Daha sonra ben ve gurubum orduyla beraber ilerlemeye başladık. Tam bir gün yürüdükten sonra boş bir araziye ulaştık. Çadırlar kuruldu, eğitim alanları hazırlandı ve herkes çadırlarına yatmaya gitti. Her grup için bir büyük çadır verildi. Her grup on beş - yirmi kişiden oluşuyordu ve yaklaşık dört - beş grup vardı. Çadırların içinde her kişi için yatak vardı, herkes gibi ben de kendi çadırıma gittim ve yatağa uzandım. Ertesi gün çadırımıza bir asker girdi,
"Beş dakika içinde hazırlanmış, dışarıda düzenli bir şekilde durmuş olmanızı istiyorum, hazırlanmamış olan herkes cezalandırılacak." diye bağırdı ve çıktı.
Herkes telaşlı bir şekilde hazırlanmaya başladı, bende herkes gibi hazırlanıyordum. Pantolonumu giydikten sonra tam üstümü giyecektim hala yatan bir askerin olduğunu fark ettim, yanına gittim ve onu salladım ama hiçbir tepki vermedi. Su şişesi bulma umuduyla etrafa baktım ama hiç su yoktu. Ben de biraz daha salladım hala tepki vermediğini fark ettiğimde onu yataktan ittim asker yere düştüğü gibi uyandı, azıcık öfkeli bir şekilde,
"Hadi hemen hazırlan yoksa seni cezalandıracaklar." dedim ve bende kıyafetlerimi giymek için kendi yatağımın yanına gittim, bazı askerler çoktan hazırlanmış ve dışarı çıkmıştı bile. Hızlı bir şekilde kıyafetleri giydim ve ben de dışarı çıktım. Dışarı çıktığımda daha güneşin bile doğmamış olduğunu fark ettim. Herkes kendi gurubuyla sıraya girmiş bekliyordu. Ben de koşarak kendi grubumla beraber sırada durdum. Birkaç dakika sonra geç uyanan asker geldi ve yanımda durdu, fısıldayarak,
"Beni uyandırdığın için teşekkürler, biraz ağır uykum var." Dedi.
Ben de fısıldayarak, "O zaman bu alışkanlıktan çok hızlı bir şekilde kurtulsan iyi olur, yoksa burada çok zorlanırsın." dedim.
Aramızda bir kaç saniye sessizlik oluştu sonra tekrar fısıldayarak, "Haklısın, tekrar teşekkürler. Bu arada ben Nick" dedi.
"Ben de William White." diyerek cevap verdim.
Herkes sessiz bir şekilde bekliyordu. On dakika sonra komutan geldi. Yanında da yaklaşık yarım saat önce çadıra bizi uyandırmaya gelen asker vardı, önümüzde durdular komutan öne çıktı:
" İki haftalık hızlandırılmış eğitim göreceksiniz ve daha sonra en yakın güney kasabasına saldırıp orayı fethedeceğiz, her gün bu saatte hazır olacaksınız size ne deniyorsa onu yapacaksınız ve bu iki hafta sonunda performansınıza göre orduda farklı yerlerde görev alacaksınız." dedi güçlü sesiyle ve bir iki saniye sonra "ANLAŞILDI MI!." diye bağırdı.
"ANLAŞILDI KOMUTANIM." diye bağırarak cevap verdik.
Komutan duyurusunu yaptı ve gitti. Yardımcısı ikili sıraya geçip koşmamızı söyledim yarım saat koştuktan sonra ısınma hareketleri yaptık. Daha sonra tüm gün boyunca egzersiz yaptık, ilk üç günümüz böyle geçti. Sonraki beş gün parkur eğitimi gördük. Parkurda tel altında sürünme, halat tırmanma, engelli koşu, çukurun içine girip çıkma, lastiklerin üstünden koşarak ilerleme ve bir çok farklı aşama vardı. Sonraki üç gün silah eğitimi gördük. Silahlar tanıtıldı, nasıl kullanacağımız gösterildi ve bolca atış yaptık. Son üç gün bir sürü farklı eğitim gördük. Bu eğitimlerden biri ilk yardım, ordu araçları kullanımı, ordu cihazları kullanımı ve bir çok farklı şey öğrendik. Çok yoğun ve yorucu on dört gün geçirmiştim. Ordunun yemekleri de çok kötüydü, hayatımda bu kadar yorulduğumu ve bu kadar kötü yemek yediğimi hatırlamıyorum.
On dördüncü günün sonundaki eğitimden sonra yemekhaneye gittim, yemekhaneye girdiğimde etrafa baktım ve Nick'i tek başına otururken gördüm. Ben de gidip Nick'in yanına oturdum eğitim boyunca Nick'le yakınlaştık ve iyi arkadaş olduk ama bu arkadaşlığımızın kısa süreceğini hep hissetmiştim. Nick' in kısa sarışın saçları, normal boyu, deniz mavisi gibi renkli gözleri, bebek gibi yüzü vardı, ama konuşma tarzı ve hareketleri beni hiç bir zaman rahat ettirmedi. Sinsi ve aynı zamanda korkak bir insana benziyordu. Kendi iyiliği için her an en yakın arkadaşını satabilecek biri gibiydi ama eğitim boyunca yalnız olmaktansa Nick gibi biriyle bile zaman geçirmeyi tercih ederdim. Nick'in sayesinde azda olsa bu cehennemde iyi zaman geçirdim. Son gün olduğu için bugünkü yemekler normal günlere göre kat kat daha iyiydi. Sıcacık domates çorbası, pilav ve küçük parça et vardı. Komutan içeri girdi herkes ayağa kalktı. Çadırın girişinde durdu gözleriyle etrafı inceledi.
"Bugün eğitiminizin son günü ve savaştan önceki son güzel gününüz, bazılarınız burayı dünyadaki en kötü yermiş gibi hatta cehennem gibi görmüş olabilir." dedi ve yüzünde alaycı bir gülümseme belirdi.
Onu ilk defa gülümserken görmüştüm. Alaycı bir gülümseme olsa bile gülümsemesi beni şaşırmıştı. O kadar ciddi bir insan gibi duruyordu ki onun gibi birinin bir gün gülümseyebileceği aklıma gelmezdi, alaycı bir şekilde gülümsedikten sonra,
"Asıl savaş sahasını gördükten sonra neresinin cehennem olduğunu fark edeceksiniz ve burada geçirdiğiniz günler size cennet gibi gelecek, kendinize keşke burayı hiç terk etmeseydik diyeceksiniz, savaş sahasında göreceklerinizi asla unutamayacaksınız, gündüzleri o görüntüler aklınıza gelip moraliniz bozulacak ve geceleriyse rüyalarınızı kabusa çevirecek, o yüzden cennetteki bu son gününüzün tadını çıkarın." Dedi.
Konuşması ve ses tonu tüm yemekhaneyi korkuyla kaplamıştı. Herkes oturmuş mutlu bir şekilde bugünkü yemeğin tadını çıkarırken komutanın bu konuşması herkesi korkutmuş ve moralini bozmuştu. Komutan konuşmasını yapıp dışarı çıktı, herkes sesiz bir şekilde yemeğini yedi. Yemeğimi bitirdikten sonra dinlenmek için çadırıma doğru yürümeye başladım. Birden birinin bana seslendiğini duydum arkamı döndüm ve komutanın yardımcısı bana eliyle gel diyordu, hızlı bir şekilde onun yanına gittim.
"William White komutan seni görmek istiyor beni takip et." dedi soğuk bir şekilde.
Komutanın beni çağırmasına şaşırmıştım. Acaba yanlış bir şey mi yaptım diye merak ettim tüm yol boyunca. Komutanın çadırı bize verilen çadırların yarısı kadardı ama tüm çadır sadece ona aitti. İçeri girdik, komutan ayakta masasının yanında duruyordu. Beni getiren asker önce asker selamı verdi daha sonra,
"Komutanım size bahsettiğim genç." dedi ve odadan çıktı.
Komutan koltuğuna oturdu, "Aramızda bir White daha görmek ne gurur verici. Abinizin savaşta çok büyük etkisi oldu. Umarım senden de aynı performansı görürüm, eğitiminde çok başarılı olduğunu duydum, bildiğin üzere yarın güneylilere ait olan küçük bir kasabaya gideceğiz. Kasaba küçük ve eski olduğu için o kasabayı tamamen yok etmeyi düşünüyoruz. Oraya yaklaştığımızda sana emir verdiğim zaman telsizi kullanarak uçaklara orayı bombalamaları için emir vereceksin. Bombalama bittikten sonra kalan kişileri öldürmek için bizim ordu içeri girecek ve o köyü tamamen yok edeceğiz, topraklar bize ait olacak. Kuzey birliğinin o topraklar için büyük planları var o yüzden o yerin yok olması gerek." dedi ve bana baktı.
O an duyduklarıma inanamadım, şok olmuştum. Ne diyeceğimi bilemiyordum o yüzden sessiz kalmayı tercih ettim. Biraz yüksek ve kalın sesini kullanarak "Anlaşıldı mı asker!" demesiyle kendime geldim.
"Anlaşıldı komutanım." dedim isteksiz bir şekilde.
Komutan bana bakarak gülümsedi. "Tamam gidebilirsin, bugün iyi dinlen yarın büyük gün." dedi.
Çadırıma doğru yürümeye devam ettim, hala şoktaydım. O kasabada bir çok masum insan olacak ve hepsini öldürmemizi planlıyordu komutanımız. Ben ve ailem her zaman bu savaşa karşı çıkmıştık. Gelen emir yüzünden orduya katıldım, katıldığımda masum insanları öldürmeyi planlamıyordum. Şimdiyse masumlarla dolu tam bir kasabayı bombalamaları için emri verecektim.
O gece uyuyamadım, kaçmak için planlar yaptım ama kaçabileceğim hiçbir yer yoktu, her yerde asker vardı. Eğer kaçarsam yakalandığım zaman idam edilirdim, belki de aileme işkence bile edebilirlerdi. Ertesi gün sabah erkenden kalktım ve hazırlanıp dışarı çıktım. Çadırlar toplandı ve küçük kasabaya doğru yürümeye başladık. Kasabaya yaklaştığımız zaman durduk komutan beni yanına çağırdı. "Ne yapman gerektiğini biliyorsun asker." deyip pilotlarla iletişime geçebilmem için özel telsizi uzattı ve gözlerimin içine baktı. Hala tam olarak neden kendisi emiri vermiyordu da bana yaptırıyor anlamış değildim. Acaba ailemin savaşa karşı olduklarını biliyor mu ve bu yüzünden beni sınıyor muydu diye kendime sorup durdum. Telsiz aldım, emiri vermeden önce aklıma takılan bir soruyu sormak için komutana baktım.
"Komutanım bir şey merak ediyorum, duyduğum kadarıyla her kasabanın bir gözcüsü olur. Bu kasabanın gözcüsü yok mu ? Bizim geldiğimizi görüp hazırlık yapmış olamazlar mı ?" dedim.
Komutan pis bir kahkaha attıktan sonra, "Merak etme her şeyi daha önceden hallettik, kısa süre önce gözcüyü etkisiz hale getirmesi için bir ajan yolladık, yani kimsenin bizden haberi yok." dedi.
"Peki ajan hala orada mı yoksa kasabayı biz gelmeden önce terk mi etti? "
"Hala orada kimsenin gözcünün yok olduğunu fark etmemesi için onun orada kalmasını istedim, ve ona yarın geleceğimizi söyledim."
"Ama uçaklar kasabayı bombaladıkları zaman bizim asker orada olacak." Sözümü tamamlayamadan komutan öfkeli bir şekilde, "Evet orada olacak ve ölecek. Ona bir görev verdim ve görevi tamamladı, savaşta bazen bazı şeyleri gerçekleştirmek için daha önemsiz şeyleri feda etmek gerekir." Gözlerimin içine öfkeli bakışlarla baktı, "Şimdi sana verdiğim emri yerine getir asker!" dedi.
Hiç istemesem de yapabileceğim bir şey olmadığı için telsizi çalıştırdım ve emri verdim. Birkaç dakika bekledikten sonra uçak sesleri gelmeye başladı. Daha sonra uçaklar üzerimizden geçti ve kasabayı bombaladılar. Bombalama tamamlandıktan bir kaç dakika sonra kasabaya doğru yürümeye başladık, kasabaya ulaştığımızda yıkılmış evler, yanan insanlar, yerde yatan cesetler, ağlayan insanlar, merhamet dileyen insanlar ve birçok kelimelerle anlatılmayacak şeyler gördüm. Komutanın yemekhanede dediği gibi asıl burası cehennemdi ve burada gördüklerimi asla unutacağımı sanmıyorum, bunların hepsi benim yüzümdendi. Emri ben vermiştim, kendimi ve ailemi kurtarmak için birçok masum insanın canına kıymıştım, kendimi daha iyi hissetmek için kendime yol boyunca, "Ben emri vermeseydim bile başka biri emri verecekti ve aynı sonuçlar elde edilecekti zaten." diyerek kendi nefsimi rahatlatmaya çalışıyordum. Ama hiç işe yaramıyordu. Yürümeye devam ettik, askerler gördükleri herkesi acımasız bir şekilde katlediyorlardı. Daha iki hafta önce masum gibi görünen insanlar artık bir canavara dönüşmüştü, bense şok bir şekilde sadece yürüyordum.
Komutan tekrar yanına çağırdı ve bir eve işaret etti evin yarısı yıkılmıştı.
"İçeri gir ve sağ gördüğün herkesi vur! " dedi.
Bombalama emrini vermeme rağmen sanki hala beni sınıyor gibiydi, silahımı sırtımdan elime aldım eve doğru ilerledim. Evin içine girdim. Üstüne çatı çökmüş bir kadın ve yanında ağlayan masum bir kız gördüm. Silahı doğrultum, kız gözlerini kapattı. Sanki artık pes etmiş ve ölümü bekliyordu. Ama o an hem dışarıda hem orada gördüklerim kalbimi bin parçaya bölmüştü. Artık yeter deme zamanının geldiğini anladım. Evet belki kasabadaki insanları kurtaramazdım ve yaptıklarım asla affedilmeyecek veya kızın ailesini geri getirmezdim ama en azından bu kızın hayatını kurtararak hayatımda iyi bir şey yapmış olup, içimdeki bu pişmanlığı bir nebze bile olsa azaltabilirdim diye düşündüm.
Bölüm İki: Yolculuk
Maceranın Başı
Annemin cesedinin yanında oturup ağlıyordum, ağlamaktan gözlerim şişmişti. Sonra içeri bir kuzey askeri girdi. Silahını bana doğrulttu, gözlerimi kapadım ve ölümü bekledim. Bir kaç saniye sonra hala hayatta olduğumu fark ettiğimde gözlerimi yavaşça açtım asker, "Bunu yapamam. “dedi, silahını indirdi ve yanıma gelip yere çöktü.
"Olanlar için üzgünüm, ne desem acını dindirmeyecek, biliyorum. Bunların olmasını istemezdim ama beni iyi dinlemelisin. Buradan hızlı bir şekilde gitmeniz gerek yoksa öleceksin, bir kaçış yolu biliyor musun ?” dedi.
Önce bir tuzak olabileceğini düşündüm ama sesindeki tondan ve gözlerinde ki bakışlardan onun da korktuğunu anlamıştım. Kafamı yukarı ve aşağı salladım. Silahını yanımda bıraktı ve telaşlı bir şekilde camdan dışarı baktı, silahı alıp onu vurmayı düşündüm ama bunu yapmak annemi geri getirmeyecekti ama belki de bu askeri öldürerek başka birinin hayatını kurtarabilirim diye düşündüm. Silaha bakıp düşünceler içine dalmıştım. Sonra birden başka bir asker içeri girdi. İlk giren askerin “Dur ateş etme Nick !” demesiyle tekrar kendime geldim. İkisi tartışmaya başladı. Yeni giren asker benim düşman olduğumu ve ölmem gerektiğini söylüyordu. İlk giren askerse hala bir çocuk olduğumu söylüyordu. Ben de yerde oturmuş ne yapmam gerektiği hakkında düşünüyordum. Tartışmaları yavaş yavaş kızışmaya başladı. Onlar tartışırken ben de hayattan pes etmiş bir şekilde yerde oturuyordum. Birden aklıma annemin bana bir zamanlar söylediği şey geldi. “Kızım, biz her zaman senin yanında olmayacağız, ne olursa olsun her zaman hayatına devam etmeni istiyorum.” Bu sözler kafamda annemin sesiyle canlanmıştı, sanki annem benimle konuşuyordu. İşte o an kararımı verdim, hemen silaha uzandım ve son gelen askeri bacağından vurdum. Asker önce acıdan bağırdı, sonra silahını kaldırdı ve tam beni vuracaktı ki ilk gelen asker yerden aldığı tahta parçasıyla diğer askerin kafasına vurarak onu bayılttı ama o kadar sert vurmuştu ki belki de onu öldürmüştü. Yanıma geldi, aceleci bir şekilde, “Hemen gitmemiz gerek dışarıdaki askerler ateş sesini duymuştur, burası senin kasaban bir kaçış yolu biliyor musun ?”dedi. gözlerimin içine korkuyla bakarak, “Beni takip et.” deyip silahı aldım ve ayağa kalktım. Merdivenin içinde gizli bir geçit olduğunu söyledim, merdivenin sol kısmında bulunan gizli bir kapı var, onu açtım, merdivenin içine girdim. Çok dar bir yer olduğu için sadece bir kişi sığıyordu. Merdivenin içinde gizli kata açılan bir kapak var, o kapağı kaldırdım. Patlamaların yarattığı sarsıntıdan gizli kata inen merdivenin çöktüğünü gördüm, o yüzden atlamak zorunda kaldık. Alt katla evin ana katı arasında çok büyük bir mesafe olmadığı için zor bir atlayış olmadı. Önce ben atladım daha sonra kuzey askeri. Kuzey askeri atlamadan önce kimsenin gittiğimiz yeri fark etmemesi için merdivenin kapısını kapattı.
Bir kaç yıl önce savaşın ilk başladığı dönemlerde kasabanın başkanı her evin altına sığınak yapılmasını istemişti ve sığınağı yemek, kıyafet gibi ihtiyacımız olabilecek şeylerle doldurmamızı istemişti. Bu sığınaklar gizli bir tünelle kasabanın bir kaç kilometre uzaklığında ana yola yakın bir yerde çıkışı olmasını istedi. O emirden sonra tüm halk elele verip sığınakları ve tünelleri kazdı. Bunu da kasabadakiler dışında kimseye haber vermedik. Bunu yapmamızın nedeni; eğer bir gün savaş kapımıza çalarsa, kaçabileceğimiz gizli bir yol olsun istedik. Her insan maddi durumuna göre bu sığınakları donattı. Bizim sığınakta sadece yemek konserveleri, her aile üyesi için kıyafet, iki adet el feneri, bir silah, uzun siyah çanta ve bir tane küçük lacivert sırt çantası vardı. Kıyafetler ve konserveler ahşaptan babamın yaptığı raflı dolabın raflarında dizilmişti. Çantalar da dolabın yanındaydı, silah da çantanın içindeydi. Annemin ve babamın kıyafetlerini gördüğüm zaman tekrar kalbimde ağrı hissetmeye başladım. Üzüntülerim tekrar canlandı, ağlamak istiyordum, gözlerim dolmuştu ama kendimi zor tuttum. Asker uzun olan çantayı konservelerle doldururken,
“Neden bana yardım ediyorsun ?” diye şaşkın bir şekilde sordum.
“Ailem her zaman savaşa karşı çıkmıştı ama orduya katılama emri geldiğinde ailemi korumak için zorla orduya katıldım ve seni öyle görünce artık yeter deyip kaçmaya karar verdim.” diye yanıtladı.
Sesinden ne kadar üzgün olduğunu anlayabiliyordum. “Peki şimdi nereye gideceğiz ?” diye meraklı bir şekilde sordum.
Cebinden katlanmış bir kağıt çıkardı, yere çöktü, kâğıdı açtı. Kağıt tüm ülkeyi gösteren bir haritaydı. Ülkenin şeklini daha önce okuduğum kitaplarda görmüştüm. Ülkemiz büyük bir kareye benziyor, her tarafında çıkıntılar var. Sağ “Doğu” tarafı biraz daha içe girmişken sol “Batı” tarafında dışa doğru büyük çıkıntılar var. Ülkenin alt “Güney” kısmıysa dalgalı, üç tarafı denizle kaplı. Kuzeydeyse başka bir ülkeyle sınırımız vardı. Doğu tarafından gemiyle en yakın ülkeye iki - üç gün içinde ulaşılıyordu. Ama askerin haritası daha önce gördüğüm haritalara benzemiyordu. Üstünde kuzey birliğine ait bölgeler, bağımsız ama kuzey birliğini destekleyen birlikler ve güney birliğinin bölgeleri işaretliydi. Asker haritayı açtıktan sonra ülkenin doğu tarafında bulunan bir kasabayı işaret etti. “Bu kasabada tanıdıklarım var. Oraya ulaşırsak kimse bizi bulamaz ve güvende oluruz, oraya vardıktan sonra tekrar bir plan yaparız.” dedi ve bana baktı. Aklımda daha iyi bir plan olmadığı için askerin teklif ettiği planı kabul ettim. Asker silahımı istedi, vermek istemedim ama yolda insanların bizi gördüğünde şüphelenmemeleri için çantada saklayacağını söyledi, ben de ona silahımı uzattım. Daha sonra ona yolculuk esnasında