Mes’ele
Azlıkta ki bolluğu hep kaçırmışım, meğerse yokluktaymış varlık.
”Nasıl yani, varımızı yoğumuzu bir kenara itip yokluğa razı mı gelelim?” Diye düşünenler olabilir, hayır efendim, hayır! Anlaşılmasını istediğim bir nokta var ki o da şudur; Bu öyle bir yokluktur ki, var olanı ganimet bilmek, var olanı yok bilmek, yok olanı var bilmek, yok olanı ganimet bilmek, mülkün esas sahibini idrak etmekten ibarettir.
Bu aşırılıklar bir nev’i ruhun kafese tıkılıp zincirlere vurulma durumuymuş.
Özgür olmayı istemeyen bir insanı, hele ki böyle bir mevsimde öyle bir insanı bulmak pek mümkün değildir efendiler. Halbuki insanı özgür kılabilecek o değerli parça, o değerli kök, o kıymetli öz ”RUH” insanın içerisindeyken. Üstelik insan onun değerini bilememek gafletine düşer de bir ömür göğüs kafesinin altında bir zindana haps eder Ruhunu. Oysa Ruh beslenmek ister; Kalp kanalından. Hudutsuz, maymun iştahlı nefsten haberdar dahi değilken özgürlük arayışına çıkmak ne kuvvetli bir seraptır..
Damağımda bir gâye yankılanır dururmuş, menzili kalbim olan.
Öğrendim ki vakit insanın tek servetiymiş. İnsan nasıl olur da servetini bomboş, amaçsız, geçici sevdalara, eğlencelere, kederlere, acılara hibe eder? Bu nasıl olabilir ve oluyor da? Bu düpedüz vakit katili olmaktır. Oysa Yüce Rabbimiz Hadid Suresi 20. Ayet-i kerimede şöyle buyuruyor; “Bilin ki dünya hayatı ancak bir oyun, eğlence, bir süs, aranızda bir övünme ve daha çok mal ve evlat sahibi olma isteğinden ibarettir. Tıpkı bir yağmur gibidir ki, bitirdiği ot çiftçilerin hoşuna gider. Sonra kurumaya yüz tutar, bir de bakarsın ki sararmış, ardından da çer çöp haline gelmiştir. Ahirette ise ya çetin bir azap yahut Allah’ın bağışlaması ve hoşnutluğu vardır. Dünya hayatı aldatıcı bir zevkten başka bir şey değildir.” İşte böyle dostlar ve sevgililer sevgilisi Peygamber Efendimiz Hz. Muhammed (sav) bizi şöyle uyarmıştır: “Beş şey gelmeden önce beş şeyin kıymetini biliniz: Hastalık gelmeden önce sıhhatin, yaşlılık gelmeden önce gençliğin, fakirlik gelmeden önce zenginliğin, meşgûliyet gelmeden önce boş vaktin, ölüm gelmeden önce dünya hayatının.” Elbette ki bütün bu nasihatler uyanmamız içindir.
Uzaklara kaçma temâyülümün altında yatan ne varsa hepsi aşksızlıktan ileri gelirmiş.
Bir menkıbe ile sizlere yansıtayım bu hâl’i efendiler;
Bir kimse, bir kadının arkasından ona tama ederek giderken, kadın sorar:
— Niçin arkamdan geliyorsun?
— Seni seviyorum, onun için arkandan geliyorum.
— Yüzümü görsen ne yapardın? diyerek yüzünden peçesini indirince, o kimse bir de bakar ki, gözler görmemiş derecede güzeldir. O dertli kimsenin aşkı daha da artarak, kalbine bir ateş düşer. Kadın nihayet varıp evine girer. Âşıkı da evinin önünde oturup hayrete düşerek, acaba hayal mi görüyorum diye düşünceye dalar. Kadın evi üzerine çıkıp:
— Ya kişi, orada ne oturuyorsun. Var işine git. Yoksa akrabalarım seni görürse helak ederler.
— Ey zamanın güzel kadını, eğer sen beni istemeseydin reddeder ve güzel cemâlini göstermezdin. Ben de aşkın ateşine düşmezdim.
— Ey yiğit, herkes kendisini ancak âşıkına göstermek ister. Sen şimdi git biraz aşk ateşi ile yanarak seyran eyle, der.
Lâl oluşumun yegâne nedeni buymuş.
Şems-i Tebrîzî Hz. nin bir sözüyle veda ediyorum; ”Rahmetin kapısı açık. Senin kalbin açık mı, sen ona bak.”