Uzun bir yaz tatilinden sonra okulun açılacağı ve arkadaşlarıma kavuşacağım için çok heyecanlıydım. Okulda bütün arkadaşlarım tatil boyunca neler yaptıklarını anlatıp duracaklardı. Bense, masal dinler gibi onları dinleyecektim. Gözlerimi kapatıp sanki oralara ben gitmişim gibi hayaller kuracaktım. Okulun ilk günü tamda düşündüğüm gibi oldu. Arkadaşlarım anlattı, ben dinledim. Kimisi köye gitmiş, nasıl inek sağdığını anlatıyor, kimisi babaannesinin yazlığına gitmiş deniz kenarında nasıl kumdan kale yaptığını anlatıyor. Durumu daha iyi olan var yurt dışına çıkmış, masal diyarına gitmiş gibi bahsediyor. İleride orada üniversite okuyacağını söylüyor. Çevresindekiler ağızları açık dinliyorlar. Bazıları da otel hatırasını patlatıyor. Sanırsınız uzay aracına binip Mars'a giden ilk çocuk. Her yerden sesler ve kahkahalar yükseliyor. Tabi ki bunlar teneffüslerde oluyor ama ders sırasında da fısıltılarla da duyulmuyor değil. İlk hafta tanışmalar ve tatil anılarıyla geçiyor. Benimle konuşan olmadığı için sadece izlemekle yetiniyordum. Kumdan kale yapmadım, köye de gitmedim ama benim de hayallerim vardı ve bir gün hayallerim gerçek olduğunda benim de anlatacak bir hikayem olacaktı.
Demin de belirttiğim üzere yanıma gelip kimse bana sormadı. Ben de alışkın olduğum için çok üzülmedim. itiraf ediyorum biraz üzüldüm. Ama yine de okulumu ve arkadaşlarımı seviyorum. Her ne kadar bana yakınlık göstermeseler de, onların da beni sevdiğini sanıyordum. Ta ki o güne kadar... O güne gelmeden önce yaz boyunca ne yaptığımı anlatmak istiyorum. Evlere temizliğe gittim. Okula kendi kazancımla gitme şartı vardı. Ben de lüks daire ve evlere gittim ve büyüklerin hizmetinde çalıştım. Aramızda kalmasın artık çocuk işçiydim. Konuya dönelim. En çokta tek başına yaşayan bir amcanın evine gittim. Bana çok iyi davrandı. Hatta burs verebileceğini söylüyordu sürekli. (Bunların yanı sıra diğer ev sahiplerinden daha çok para veriyordu. Bu da ailemin hoşuna gidiyordu.) Sekizinci sınıfa yeni geçmiş bir çocuk olmama rağmen seze biliyordum bu burs parasının ne amaçla verilmek istendiğini. Ama büyüklerin sezgileri galiba yaş ilerledikçe azalıyor ya da oyuncak kutuları ile birlikte bir yere kaldırıyorlar. Bazıları bu yere "çatı katı" diyor, evin en üst yeriymiş. Bazıları da, "bodrum katı" diye bir yerden bahsediyor. Galiba orası da evin en alt bölümüymüş. Büyükler güzel olan her şeyi ya göğün tozlu sığınağına saklıyorlar, ya da yerin dibine betondan bir mezar yapıp gömüyorlar. Çocukluklarını, hayallerini, umutlarını ve gelecekteki kendilerini karton kutulara koyup çürümeye ve yok olmaya terk ediyorlar. Kendilerini bütün güzellikten törpülüyorlar. Sonra bütün eziyeti biz çocuklar çekiyoruz. Benim hayallerimi ve geleceğimi de karanlık odaya kapatmaya hazırlanıyorlarmış meğer.
Okul dönüşü evin kapısının önünde yabancı bir çift erkek ayakkabısı gördüm. Komşu ya da akraba ziyaretidir diye düşündüm. İçeri girdiğimde İçeri girdiğimde babamla ayakkabısını gördüğüm adam konuşuyordu. Tam salona gireceğim sırada annem kolumdan tutup mutfağa çekti. "Erkekler konuşurken, kadın kısmı ortalıkta dolaşmaz" dedi. Ne dediğini tam anlayamadığım ama kolumun acısını hala hatırlıyorum.
Annem kolumu bırakınca odama geçtim. Kapıyı kapatınca kulağımı kapıya dayayıp içeride ne konuşulduğunu duymaya çalıştım. Net olarak anlaşılmıyordu, sadece arada ismimi yakalıyordum konuşmaların arasında. Üzerimi değiştirip salona girdiğim zaman o amca ile göz göze geldik. Beni görünce sırıtıp kollarını açtı. Ben hemen oda geri kaçtım. Ama kaderimden kaçamadım.
Aralarında ben ilk okulu bitirene kadar bekleme kararı almışlar. Bir sene boyunca her hafta sonu bize geldi. Her seferinde elleri dolu oluyordu. Annem göz yaşları içinde beni oyuncak bebek gibi süsleyip gönderiyordu. Bütün gün AVM'lerde dolaşıp, lüks restaurantlarda yemek yiyorduk. Bizi öğretmenim görmüş. Eve ailemle konuşmaya geldi. Tabi ben yine odamda kapının ardında dinlemeye çalıştım. Uzun uzun tartıştılar. Sonuç mu? Elde var sıfır. Ufak bir mahalle olunca arkadaşlarımda öğrenmiş haliyle. Okul bitene kadar yüzüme bakmadılar.
Okula gittiğimde öğretmenim beni yanına çağırdı. "Benim evladım yok. Hatta evli bile değilim. Ama seni evladım gibi görüyorum. Derslerinde çok başarılısın. Seninle hep gurur duydum. Sınıfa ilk geldiğim gün sizlerle tanışırken, sıra sana geldiğinde, "Büyüyünce ne olmak istiyorsun?" diye sormuştum. Sen de bana, "Önce mutlu olmak istiyorum. Sonra da öğretmen olup annemi yanıma almak istiyorum. Sizin gibi sınıfa girip öğrencilerle sohbet edip, onlara bilgilerimi armağan etmek istiyorum" demiştin. O an çok duygulanmıştım ve babanın öldüğünü sanıp üzülmüştüm. Geçen gün babanla tanıştığımda, açıkçası ölümden daha çok üzdü beni. Allah başınızdan eksik etmesin. Beni yanlış anlama ama babanın söylediklerinden sonra içimden "yaşa ama burada da olma" dedim. Çünkü ben fikrimde bile öldüremem kimseyi. Kısacası evlat, sen güçlü ve başarılı bir bireysin. Gerekirse tek başına bile mücadele edebilirsin. Okuyup anneni yanına alabilirsin. Ben her zaman yanında olurum" dedi. Bense sadece ağladım. Derse de giremedim. Öğretmenimin dediği gibi güçlü bir birey de olamadım.
Yarı yıl tatilinin başlayacağı gün karne aldım, sırama geçtim. Karnemi açtığımda öğretmenimizin görüşünü yazdığı kısımda şu cümle vardı, "Asla pes etme." Bu cümle başta kendimi iyi hissettirse de, eve vardığımda anlamını yitirecekti. Eve gelip de, mutfağa girdiğimde türlü türlü yemekler yapılmış, sofra kurulmuş ve büyük bir tepsi de baklava hazırlanmıştı. Ya da dışarıdan alınmış da olabilir, o an ilgileneceğim en son ayrıntı bile değildi. Annem şık siyah bir elbise giymişti. Saçlarını yaptırmıştı. Babam ise, siyah takım elbise giymiş ve tıraş olmuştu. Ev uzun zaman sonra bu kadar temiz ve düzenliydi. Olağan dışı hal ilan edildiği belliydi. Ben etrafa şaşkın gözlerle bakarken, annem kolumdan tuttuğu gibi beni odama götürdü. Yatağın üzerindeki açık mavi, simli elbiseyi ve yerdeki beyaz, üstten kemerli ayakkabıları gösterip, "Oyalanmadan hazırlan. Yanıma gel, saçlarına sepet örgüsü yapacağım. Sana çok yakışıyor. Bir de ellerini bir şeye sürme, elbisen kirlenmesin. Müstakbel eşinin karşısına pasaklı bir halde çıkman doğru olmaz. Hem bugün senin günün. Hem de bu evde misafir sayılırsın" dedi ve odadan çıktı.
Akşam olunca Hikmet amca, yani müstakbel eşim yine elleri dolu olarak geldi. O akşam ilk defa sofrada babamın yerine başkası oturdu. Ben hariç herkesin yüzü gülüyordu. Sofrayı zaten anlatmaya gerek yok, her şey vardı. Ama benim için cenaze yemeğiydi. Yemekten sonra kahveyi yapmam için annem beni mutfağa gönderdi. Ben mutfağa geçince nişan ve nikah konusu açıldı. Nişan bizim evde olacaktı, nikah ise, imam nikahı olacağı için Hikmet amcanın bağ evinde gözden uzak yapılacaktı. Nikahtan sonra ise, ben reşit olana kadar orada kalacaktık.
Bundan sonrasını çok uzatmayacağım. Ara geçişleri atlayıp cenaze günümden bahsedeceğim. İlk okuldan mezun olunca evdeki üç, beş eşyam küçük bir valize kondu. Bir hafta sonra da bağ evine gittik. Evin salonu çiçeklerle süslendi. Sofra hazırlandı. İmam gelmeden önce kınamı yaktı annem. Odada sessizce ağlaştık. Anneme yalvardım. Dizlerine kapandım. "Beni öldürün ama o adama vermeyin" dedim. Annem, "Baban seni verdi, başlık parasını da aldı. O parayla hem evi toparlayıp, hem de iş kuracakmış, bana öyle dedi. Bana kalsa seni vermezdim ama babana karşı çıkamam. Beni affet kızım" dedi. Akşam olunca imam geldi, babam gelin odasının olduğu kata çıkıp, "Vakit geldi, bekletmeyelim" dedi. Kefenimle odadan dışarı çıktım. Babamın koluna girdim, beraber aşağı indik. Takım elbise giymiş, tıraş olmuş, kasıntı bir vaziyette bizi bekliyordu. Babamın kolundan çıktım ve Hikmet amcanın koluna girdim. Önde babam, arkada biz salona geçtik. Salonda imam yere bağdaş kurmuş bizi bekliyordu, iki de şahit vardı. Annem ise, ayaktaydı. Babam annemin yanına geçti, biz imamın karşına diş çöküp oturduk. Zaten sonrası malum, ölüm fermanım imzalandı.
Tören bitti, ailem evine döndü ve dünya benim için durmuştu. O gece ile birlikte bütün hayallerim kana bulanmıştı. Cehennemi tercih edeceğim hayatı yaşıyordum. Birkaç defa intihar etmeye kalkıştım. Bileklerimi kestim olmadı, ilaç içtim yine olmadı. Odada günlerce hapsetti. Dört sene boyunca her türlü şiddeti gördüm. On sekizinci yaşımı doldurduğumda resmi nikah kıyıldı. O gece dönüm noktası oldu. Gerdek akşamı karar vermiştim, ya kendimi, ya da o adamı öldürecektim. Ama şu da vardı, birkaç gündür kusmalar, baş dönmeleri derken kendimi çok halsiz hissediyordum. O gece Onu beklerken, ellerimi karnıma kordum ve çok tuhaf bir duyguya kapıldım. Tarifsiz bir histi. İçimden bir ses "Sakın ölme, yaşa" dedi. Yüzümde hayatımda ilk defa içten bir gülümseme yayıldı. Anlamsızca mutluluk kapladı içimi. Derken, O girdi içeri, kapıyı kapattı. Gülümseme bir anda kokuya bıraktı. Yanıma yaklaştı, elini omzuma koydu ve bir anda yere yığıldı. Öylece kalakaldım. İstemsizce ellerimi tekrar karnıma koydum. Birkaç dakika heykel gibi kaldım. Sonra çığlığı bastım. Bütün adamları başımıza toplandı. Beni odadan çıkardılar, ben de o fırsatı kullanarak kaçtım. Gece boyu durmadan yürüdüm. Sabaha karşı ana yola çıktım. Yoldan geçen bir kamyonu durdurup bindim.
O şoför sayesinde hayatım değişti. Allah beni ve biricik kızım Gülsüm'ü korumuştu. Şoförün yaşadığı köyde hayata yeniden başladık. Tarlalarda çalışıp hem kendimi, hem de kızımı okuttum. Şimdi kırk yaşındayım ve yaşadığım köyde öğretmenlik yapıyorum. Benim yaşadıklarımı yaşamasınlar diye çalışıyorum. Başta "Oysa ne hayallerim vardı" demiştim ya, işte o hayallerim beni dikenli yolların sonundaki küçük bir köyde bekliyormuş. Şoföre ne mi oldu? Adını vermemi istemediği kahramanım bana ağabeylik, kızıma ise dayılık yapmaya devam ediyor. Evlendiğimizi sandınız değil mi? Unutmayın, filmlerde olduğu gibi her mutlu son evlilikle bitmez. Her evlilik de mutluluk getirmez.
BU DA BİZİM MUTLU SONUMUZ.