Kış ayında köyde geçen çocukluğum, belki de en sevdiğim ve hatırlamaya değer gördüğüm yıllardı. Karın metrelerce yükseldiği, evlerin damının kristal buz sarkıtlarıyla süslendiği görsel şölen; rüzgârla kavga edercesine yağan ve pencerelere çarparak durabilen küçük beyaz kar tanelerinin dansıyla devam ederdi. Bayılırdım izlemeye. Geceleri herkes yattıktan sonra cama ilişir saatlerce bakar dururdum. Sokak lambasından yansıyan ışıkla karşı ki çam ağaçlarını beyaz gelin gibi süsleyen karlar, sanki simli bir yılbaşı kartpostalını andırırdı. Nefesimle ısıttığım camın buğusu kartpostalıma not yazmak için hazırda beklerdi. Kalem yerine kullandığım işaret parmağımla önce bir kalp yapar sonra adımı yazardım. İnceden inceye yanan sobanın üstündeki mandalina kabuğunun kokusuyla içim ferahlar ayrı bir huzurla dolardım. Dağlarda uluyan kurtların kısık uğultusuyla tahta sedirde ayak ucuma kıvrılan siyah kara kedinin mırıltısı geceye eşlik eden tek ses olurdu. O anlar da kimsenin bilmediği hikâyeler yazar, resimler çizerdim. Kendi içime şiirler okur hayaller kurardım. Sonu olmayan bir sonsuzluk gibi geçmezdi sanki dururdu zaman.
Şimdi ise yıllar sonra o evde yine o aynı cam kenarındayım. Aynı kar, aynı ağaçlar,aynı gökyüzü var yine tam karşımda.
Değişen tek şey ise; nefesimle buğu yaptığımda yazdığım hatalarım ve cama yansıyan yüzümdeki ihtiyarlığım var artık.
Sonsuzluktan eser olmayan, su misali acımasızca geçen zamanda bir yolculuktayım….