Üzerimde mat bir aşk sarhoşluğu var sevdiğim. Gövdemden dökülüyor tüm mevsimlerin yaprakları. Aslında kızgınım havsalama. Yazmadı nicedir kalemim, cümleler dizemedim dudaklarına.
Kendi kalbinde çürüyen biri gibiyim bu aralar. Yankılanan bir ses gibi boşlukta... Varlık da seni hatırlatıyor yokluk da. Yalan söylemenin bir anlamı yok. Senin için bu şehri yakarım diye saçmalayamam mesela. Kıyamam ayaklarının değdiği gri kaldırımlara. Sesin olmadan yaşayamıyorum da diyemem, nefes alabiliyorum. Ama batıyor ciğerlerime yapraklardan süzülen rüzgarlar. Nereye baksam görmüyorum acemiler gibi hayaletini. Körleşmeme ramak kaldı zira. Gözlerim düşe yazmış avuçlarıma. İtiraf edeyim ben yokluğunu bile sevenlerden değilim. Hatta nefret ediyorum sensizlikten? Derinimde hissediyorum acısını, sen orda izlesen bir başkasını. Biliyorum sen seversin ölmelerimi. Ama ben sensiz yaşamanın yüküne tahammül ediyorum. Sen bilir misin vücudunun her santimine bin iğne batarmışcasına yaşamayı? Bilir misin kalabalıkların köşelere hapsettikleri aşıkların gök cisimlerinin seslerini nasıl duyduklarını? Duyup da sağırlaştıklarını… Oluyor işte aşık olunca oluyor da bir türlü aşk olmuyor!
Yaşıyorum sevdiğim. Ne kadar ölüm varsa hepsini yaşıyorum. Giyiyorum tüm karanlıkları hırkamın üzerine. Uykunun eşiğinden girmeye görsün gözlerim. Uçuyor binanın katları tepemden ve saydam kayalar düşüyor güz dönümlerime. Şeffaflaşıyor derim sürekli. Camlarla hemhal olur oldum. Sükûtum dışıma taşıyor. Sadeliğin duraklarına uğramaya başladım. Bir tek samimiyet kaldı bakışlarımın oylumlarında. Göklerin sicimlerine asılmış gibiyim ense kökümden. Sisler toplaşıyor bedenime. Dilim kararırken aklaşıyor sohbet zamanlarım. Hiçbir şey gibiyim. Renksiz ve noktasız…
İçimin denizden kaçan kıyılarına korkularımdan mürekkep cesetler ekiyorum. Filiz veriyor kemiklerim. Ruhum kanıyor. Fakat ulaşamıyorum içimin kuyularına. Tel örgüler çekilmiş vücudumun her yanına. Ölü kelebekleri yüklenmiş trenlere benziyorum. Eski köprülerden geçerken çörekleniyor eklemlerime sızılar. Dişlerimi o kadar sıkıyorum ki devrilmeye yüz tutmuş mezar taşlarına dönüşüyorlar. Sanki dirilmiş gibiyim namazım kılınmadan atıldığım mezarımda. Yarıma kadar batmış gibiyim bir bataklığa. Evet, hala hayattayım ama ne kadar kalırım bilmiyorum. Ve uğraştıkça batıyorum! Olta sallıyorum ölü denizlere. Yem takmıyorum. Niyetim balık tutmak değil. Üzüm yemek de değil. Direk bağcıyı dövmeye çalışıyorum. Ama dayak yiyorum sürekli.
Bilirsin beni. ‘Kafa dağıtma’ nın karşılığı yoktur bende. Anlamam kart oyunlarından. İçmem öyle şeyleri. Gitmem geceleri uzaklara. Şehirlerle fısıldaşmam. Yani demem o ki zor durumdayım.
Sen yokken nüksetti çocukluk korkularım. Matematikten korkuyorum yine. İki kere iki ‘SEN’ çıkıyor. Ne saçma diyorum. Bir insanın iç açılarının toplamı sana eşit olabilir mi? Oluyor işte… korkuyorum kendi gölgemden. Ne hallere düşürdün beni. Kahkaha atar oldum çöküşlerime…
Takvim yapraklarından küf kokuları yükseliyor. Uzun zaman olmuş, belli. Parmak izlerime kadar siniyor saman kağıtlarının renkleri. Fotoğrafını taşıyorum yüreğimin iç ceplerinde. Özlüyorum sen dokulu toprakları. Saatimin çığlıkları oynaşırken cinlerle kaçmak istiyorum yosun tutmuş nefretlerimden.
Dileniyorum bu aralar… O kadar alçaldın mı deme. Çukurlaştım bile! Dileniyorum ucu açık cümleleri soysuzlardan! Kim bilir hangi kanlı kelimeleri ekleyecekler virgüllerin ardına. Oysa ben sen diyorum virgüllerden sonra, sen… Mana kazanıyor huruf. Ruh buluyor, karışıyor nefesime ve kazınıyor zihnimin duvarlarına!
Işıkları alıyorum ayaklarımın altına. Basa basa yükselmeye çalışıyorum göklere. Neden mi? Belki de intihar çekiyor canım. Sıkılıyorum insanların deli yüzükleriyle dolaşmalarından ve üç gün için araba süslemelerinden. Ama olsun diyorum, olsun. Ben de yaşasam keşke bu yarım kalmışlıkları. Köprülere göz ucuyla bakmaktan, uçurumları düşlemekten ve gülümsemekten aptalca halat gördüğüm her yerde, iyidir herhalde.
Yıpranıyorum çoğu zaman. Rüyalarımın uçsuz bucaksız köşelerinde şuur altımın azizliğine uğruyor ve ismini sayıklıyorum babamın yanında. Gözümü açtığımda kızarıyor yüzüm. Utanıyorum…
Bir şey fark ettim sevgilim. Kuşlar hakkında söylenen her şey yalanmış. Bülbüller aşık değilmiş güllere. Kırlangıçlar hayat vermeye değil yemek yemeye çıkıyormuş yuvalarından. Leylekler getirmiyormuş bebekleri. Manasızmış aslında renk körleri için tavus kuşlarının heybetleri. O pembe desenler flamingoların kendi sevdalarından neş’et etmiyormuş. Anlayacağın aşklara yoldaş yaptığımız kuş uçuşları ve toz renkli hayallerin gerçekleşmesi mümkün değilmiş.
Biliyor musun kartpostal koleksiyonumu yaktım. Tadı kalmadı hiç bir şeyin. Gazel dinleyemiyorum bu sıralar. Unuttum müziğin makamlarını. Mektup dışında vazgeçtim tüm edebi türlerden. Devler üzerime basarken ve ezilirken sevdam başkalarının gözbebeklerinde nasıl tat alabilirim sayfalardan, notalardan hatta o çok sevdiğim çilek reçelinden?
Galiba yeterince yazdım. Anladın sen işte. Aşinası oldum çok şeyin. Bekli de sana son kez yazıyorum. Hadi klasik bir şeyle bitirelim. Ama derin olsun, güzel olsun, iyi olsun. Ne diyelim? Seni seviyorum diyelim… ‘
…
Adam iki damla gözyaşıyla imzaladı mektubu. Başını ellerinin arasına aldı ve bir süre bekledi. Masanın üzerinde duran mektubu da alıp İnce uzun bir koridora benzeyen odanın çivili duvarlarına göz gezdirerek pencereye yöneldi. Sandalyeye oturup bir süre şehri izledi. Aşağı göz gezdirdi. Ne kadar da yüksekti. Asfalt gri bir ölüm çukuru gibi duruyordu. Tam onuncu kattaydı. ‘ Ne güzel atlanır buradan’ diye geçirdi içinden. Dayanamadı karşı binadaki pencereye baktı. Pencere açıktı ama sevdiği kadın ortalarda gözükmüyordu. Mektubu uçak olacak şekilde katladı. Ağır hareketlerle camı açtı ve son gücüyle uçurdu uçağını. Hızla kapatıp döndü arkasını. Mektubun hedefine ulaşıp ulaşmadığına bile bakmadı. Zira artık rüzgara kapılıp gitse de fark etmezdi. Bu son mektuptu…
MUHAMMET BARAN ASLAN