Salaşlığı sevdiğim gibi salaş yerleri de hep sevdim ben. Arnavut kaldırımları, eskimiş sokakları, sıvası çatlamış asırlık binaları, ayakları oynayan tahta masalı meyhaneleri, gazete kağıdına alelade sarılıp acı soğana bulanmış bol kılçıklı balık ekmekleri. Hepsinde bir yaşanmışlık hepsinde bir geçmiş görürüm. Bana “Ara Güler” fotoğraflarından göz kırpar gibi olurlar. O salaşlığın o eskimişliğin içinde olma hissi beni de o fotoğraf filmine sığdırır. İçinden çıkmak istemem. Ondandır gittiğim eski püskü yerlerden hemen ayrılmak istememem. Zamanın nasıl geçtiğini, evvel zaman hikâyeleri dinlerken anlamam bile. Rakı şişesi yarılanır yarım kalan aşkları dinlerken, Müzeyyen ince ince mırıldanır, “Kimseye etmem şikâyet” derken. Gözler dolar bir yandan da bakakalır uzaklara. Duvarda koca çınar gibi asılı duran saatte şaşırır halime. Onca yolcusu gelmiş gitmiş, onca bilet kesmiştir insan sarrafı abi. Gözlerimden anlar hâla anlatsın istediğimi. Geçer bir hikâyeden diğerine. O’nda anılar biter mi hiç! Anlattıkça yakar bir sigara daha. Sanki tekrar tekrar yaşıyormuşcasına. Bu sefer onun gözleri dolar hafiften. Belli ki yarası pek derinden. Diğer anlattıklarına benzemez. Gramafonda çalanı “Benzemez kimse sana” ile değiştiriverir hemen. Denizde sinirlenir bu ayrılığa. Dalga seslerinden küfür gönderir cama vura vura. Hele rüzgâr ondan geri kalır mı! O da başlar daha sert esip gürlemeye.Sonunda nasihatte verdi sağolsun. Güzelsin üzme dedi. O an anladım, sadece bir fotoğraf karesinde olmadığımı. Meğer çok benziyormuşum bir zamanlar ki sevdiğine. O harcadıklarını bana verdi. Sakın bozdurma, nasihatlerimi biriktir dedi. Gönül cebime koydum deyince mutlu oldu. Ben ise perişan oldum. İlk defa salaşlığı sevmedim. Eskimiş ama eksilmemiş o takvim yaprağını yırtmak istedim….