Giriş yap! Hesap oluştur!
Nedir?
Ara
Şifreni mi unuttun?
Trabzon Beyefendisi I Çocuk Ruhu - Sözümoki
14 Şubat 2022, Pazartesi 23:43 · 411 Okunma

Trabzon Beyefendisi I- "Çocuk Ruhu"

Türkiye'nin, iki farklı şehrin de iki farklı gencin sesi aynı anda hayat buldu.

Bir tanesi, "Hayır baba! Sen ne dediğinin farkında mısın?" derken, diğeri "Adamın birisi memleketime söz edecek, barbar diyecek, bende susup oturacağım öylemi?" soruları can bulmuştu.

Ege'nin incisinde "Oraya gitmeyeceğim baba! Hiç bir kuvvet beni oraya getiremez! İtalya'ya gideceğim!" Diye karşı çıkmıştı. O buralara bile ait değilken babası 'Trabzon'a gideceksin' demişti.

O modanın kalbi Milano' ya gidecekti. Prada markalı çantalar kolun da, Zara pantolonların için de, blazer ceketler üstünde havalanırken, Brera Caddesi'nde gezecekti.

Ama babası, yıllar önce bitirdiği ve çoğu dersi torpilli geçerek aldığı diplomayı kullanması için, asker arkadaşı ve ortağı olan Mehmet Gürmanoğlu'nun yanına gönderecekti.

İkizi Yankı "İlkim sakin ol balım-" derken, İlkim o sinirle "Sus, Yankı sen sakın konuşma! Bir kere ya bir kere! Bir kere de İlkim ne istiyor? diye sorun! Ama yok! Mustafa bey ne isterse ol-" diye bağırırken bu sefer babasının sesi İlkim'in sözünü kesmişti.

"Oku istedim Asiye! Kimseye mecbur olma istedim. Ben yarın ölürsem, adamın birisinden isteklerini yapması için yalvarma istedim." demişti Mustafa bey, sadece kızının kendi ayakları üstün de durmasını istemişti, bir baba olarak çok mu istemişti?

İlkim'in diyecekleri babasını kıracaktı ama zehirli diline hakim olamamıştı. "Annem de bu yüzden gitti değil mi? Ona da istemediklerini yaptırmaya çalıştın!" Dediğin de Mustafa beyin yüzünde ki hayal kırıklığı bariz belliydi.

Yankı, bu sefer sert sesiyle, "İlkim!" demişti. İlkim sanki o an ne dediğini anlamış gibi birden babasına dönmüştü. Sözler bir kere ağızdan çıkmıştı geri döndürebilir miydi?

Mustafa bey bir şey demeden salonu terk ederken, Yankı 'Bunu yapmayacaktın' dercesine başını sağa sola sallıyordu.

Yankı kucağına kızı Lotus'u alırken, eşi Alina'ya da başı ile kapıyı işaret etmişti.

Alina bozuk aksanı ile "Sen babani çok kırdi" demişti. İlkim cevap vermedi, verecek bir cevabı da yoktu zaten.

Ege'nin incisinde soğuk yeller eser de, Karadeniz'in engin dalgaların da fırtına kopmaz mıydı?

Rüzgar, söz dinlemez kardeşine ne kadar anlatırsa anlatsın, Pusat yine kendi bildiğini okuyordu.

"Lan oğlum, tamam bak sakin olalım. Hadi o it böyle davrandı sen neden sövüyorsun? Hadi sövdün niye dövüyorsun?" Diye yeniden sormuştu.

Pusat ise kendi doğrularından hiç bir zaman şaşmadığı gibi yine şaşmamıştı, "Barbar dedi abi! Barbar farkındasın değil mi! Tamam okumadım belki ama kelimelerin anlamlarını biliyorum!" diyerek son sözünü söylemişti.

Mehmet bey 2 oğluna baktı. Nasıl beş parmağın beşide birbirine benzemiyorsa, beş canı da birbirine benzemiyordu.

En büyük oğlu Rüzgar, ne kadar okumuş işlerin başına geçmiş olsa bile, bütün köy gibi Mehmet beyde bilirdi asıl işi Pusat'ın yaptığını. Çünkü ne büyük oğlu Rüzgar ne de küçük oğlu Toprak, istemezlerdi limana gitmeyi.

Halbu ki Pusat öyle miydi? Sabah erkenden kalkar, hiç üşenmeden önce Sürmene'de ki kumluğa geçer oraları kontrol ettikten sonra, meşhur fırtına ile Yomra'ya gelip balıkları yemlemeye giderdi. Koca yürekli Fırtına kaptan öyle yetiştirmişti onu.

"Özür dileyeceksin!" diyerek sönmeyen ateşi harlamıştı Rüzgar. Biliyordu kardeşi haklı idi, ama onca kişi o şirketten ekmek yiyordu. Ve bildiği diğer bir konu, Pusat ölse de özür dilemezdi.

Pusat birden gülmeye başlamıştı işin kötü tarafı evde ki herkez biliyordu, bu gülüş fırtına öncesi sessizlikti.

Pusat birden durup ciddiyete bürünmüştü. İşte şimdi gök gürleyecek, Karadeniz taşacaktı.

"Ben. Pusat Gürmanoğlu. Özür dileyecek! Sebep?" sesi sonlara doğru yükselmişti. Rüzgar'da kararlı idi geri adım atmayacaktı. "Evet! Adama vurduğun için özür dileyeceksin!" Rüzgar'da sinirlenmişti ama Mehmet bey artık emin olmuştu, Pusat'ın özür dilemeyeceğini.

Pusat inatla "Dilemeyeceğim!" derken, Rüzgar da aynı şekil de "Dileyeceksin!" demişti. İki kardeş birbiri ile inatlaşırken, "Dilemeyeceğim ula dilemeyeceğim. Anlamay mısın?" diye bağırdı abisine. Şivesi kayıyordu, kendi iradesi dışın da oluyordu. Bu da sinirlendiğini bağriz bir şekil de belli ediyordu.

Pusat bu evde daha fazla durmak istemiyordu. Biliyordu durursa abisi ile birbir kalbini kıracaklardı. Evden çıkmak için arkasını döndüğün de, arkasın da bir şeyin yere düştüğünü belli eden bir ses çıkmıştı.

Rüzgâr, Pusat'ı durdurmak için elini kaldıracakken, eli yanlışlıkla kenarda ki gemiye çarpmış ve gemi yere düşmüştü.

Bu gemi dedesi ve kardeşinin yaptığı son gemiydi. Pusat çok istemişti kendi evine çıkartmak ama nenesi burda kalması için rica edince, dedesinin emanetine ses etmemişti.

Bütün Trabzon bilirdi Fırtına kaptan ve Pusat'ın yaptığı gemileri. Pusat kendi evinde gizliden gizliye yine yapıyordu ama dedesi ile yaptıkları kadar güzel olmuyordu.

Zaten ne olduysa dedesi öldükten sonra olmamış mıydı? Kardeşi dedesi ile büyümüştü, dedesi gittikten sonra eski Pusat'da gitmişti. Okulu bırakmış limana merak sarmıştı.

İki kardeş yerde kırılan gemiye baktı. Hasar büyüktü, küpeşte kaplaması, borda kaplaması kırıktı ama en önemlisi yalpa omurgası paramparça olmuştu.

Rüzgar kardeşinin gözlerine baktı. Kardeşinin gözlerinden geçen hüzünle, sanki Sürmene'den aldığı dövme çakısı kalbine çizik atıyordu.

Pusat gözlerini hızlıcı eli ile silip geminin yanına eğildi. Rüzgar da elini gemiye uzatınca Pusat "Dokunma!" diye gürlemişti.

Rüzgâr suçlu hissediyordu, Pusat'ın yüzüne bakarak "Bilerek yapmadım, özür dilerim. Ben senin canını yakmam ki abim." dedi, ama Pusat'ın içinde ki yangını da biliyordu.

Pusat sessizce parçaları topladıktan sonra kapıyı çarparak çıkmıştı. Rüzgar bir elini beline koyarken diğer eliyle de anlını sıvazlamıştı.

Mehmet beyin şuan Allah'tan istediği tek şey çocuklarının aralarının açılmamasıydı. O bu aileyi kolay kurmamıştı, bir yabancı yüzünden yıkılmasını göze alamazdı. Telefonunu çıkartarak içerde ki odaya gitti.

Yılların Mehmet'i bulacaktı çocuklarını birbirine düşüreni. İdris'i arayarak konuyu ve adamı detaylıca araştırmasını söylemiş, bilgilerin derhal eline geçmesi gerektiğini ve durumun acil olduğunu da söylemeyi unutmamıştı.

Oturma odasına geri döndüğünde iki oğlunun da gittiğini görmüştü. Yan yana oturmuş iki gözünün çiçeklerine ve sonradan Allah'ın emaneti olan gelinine baktı.

Aklına iki gün önce konuştuğu asker arkadaşı ve ortağının ricası gelmişti. Demek ki ilk emaneti Emine'ye güzel sahip çıkmıştı ki, Allah ona bir emanet daha gönderiyordu.

Kız hakkında tek bildiği gemi mühendisi olduğuydu. Aslın da biraz da bu yüzden kabul etmemiş miydi? Pusat'a destek olur diye. Mehmet bey oğluna güvenirdi, bilirdi Allah'ın yasak kıldığı şeye bakmayacağını.

Kızları ve gelinine dönerek "Nehir, Irmak, Emine kızım üst katı size zahmet bir temizleyi verin da, misafir gelecektur." dedi. Kızlar şaşkınca birbirine bakarken Irmak söze girerek "Kim gelecek baba?" diye sordu.

Mehmet bey her şeyden bir haber olan 5 yaşında ki torunu Lodos'u kucağına alırken "Hayden hayden, çok konuşanı Allah'da sevmez. Emine, çok yorma kendini kızım." diye tembih etmeyi de unutmamıştı.

Bugüne bugün nasıl bir erkek torunu Lodos varsa, öğrendikleri haber ile ikinci torunu kız doğacaktı. Lodos'un ismini, Rüzgar ve Pusat denizde iken Toprak koymuştu ve dün öğrenilen haberden sonra ikinci torununun adı da Deniz olacaktı.

Nehir biliyordu kimin geleceğini, babası konuşurken duymuştu. Babası söylemeden onun söylemesi doğru olmazdı. O yüzden kafası ile kardeşi ve yengesine kapıyı işaret etmişti.

Pusat, evinin kapısını açarak zaten parçalanmış gemiyi yere doğru fırlattı. Omurgası kırılmıştı, düzelir miydi daha?

Açtığı kapıyı geri kapatarak aşağıya indi. Arabasını es geçerek az ilerde ki fındık bahçesine girdi. Hızlı hızlı ilerlerken biliyordu abisinin bilerek yapmadığını. Ama içinde ki ateş sönmüyordu ki.

"La Pusat nereye?" Diye soran komşusunun oğlu Faruk'a döndü. Fındık bahçelerini düzenliyordu, yaz gelince temiz olması lazımdı. "Kolay gelsin Faruk. Öyle fındılıkları geziyordum, rahmetlinin mezarına çıkayım dedim." diyerek başını salladı. Faruk'da elini kaldırınca yoluna devam etti.

Pusat, fındık tarlalarının içinde ki mezarlığa giderken, İlkim'de annesinin en son onu getirdiği parka gelerek banka oturdu.

En son ne zaman tam mutlu olmuştu ki? 4.yaş gününde mi? Ah hayır, o günden nefret ediyordu.

Arkadaşları ile güzelce oynarken Yankı gelmişti yanına. İlkim'in kulağına 'Annem senin pastanı mor almış' dedi. Ne demek oluyordu ki bu? Prenses doğum gününün pastası pembe olurdu kardeşinin ki maviydi.

Annesini aramaya başlamıştı, bulamayınca babasının yanına gitmeye karar vermişti. Çalışma odasına gelince, kapının aralık olduğunu gördü. Babası kapı dinlemenin çok kötü ve ayıp olduğunu söylemişti. Kapıyı çalmak için elini kaldırmışken annesinin sesini duydu, "Bıktım artık..." acaba annesi yine neye sinirlenmişti? "...senden de, kızından da, oğlundan da bıktım anlıyor musun? Sence tek derdim senin kızın pastası mı? Umrumda bile değil!" Demiş bahçe kapısına doğru gitmişti.

İlkim o zaman anlamamıştı annesinin ne dediğini, yıllarca kendine hatırlatmış, virgülüne kadar kazımıştı beyninde ki her hücresine.

Zaten annesi bahçe kapısından çıktıktan sonra daha geri gelmemişti. Her ne kadar babası 'Annenizin işi var halledince gelecek.' desede kardeşi bu yalana hiç bir zaman inanmamıştı.

Annesi gittikten sonra kardeşi uzun süre konuşmamış, babası eve geç gelmeye başlamıştı. Bir gün 'Annemi istiyorum.' diye ağlarken, kardeşi acı gerçekleri yüzüne vurmuştu.

Gerçekten gitmişti annesi, sevmiyordu onları. Kardeşi konuştuğu için mutlu olsada annesi gitmişti. En sevdiği renk olan pembeden nefret etmişti. Annesi onun yüzünden gitmişti. Pembe renkli pasta yüzünden gitmişti.

İlkim'in acı dolu geçmişi aklına gelirken, göz yaşlarına hakim olamamıştı. Kendine geldiğinde parkın boşaldığını gördü çantasını ve ceketini banka bırakarak salıncağa oturdu. Hafif hafif sallanırken aklını boşaltmaya ve babasının yaptığı teklifi düşünmeye çalışıyordu.

6 ay Trabzon, ömür boyu Milano demekti.

Ne kadar aklını dağıtmaya çalışsa da annesi geliyordu aklına. Acaba burda olsaydı, yollarmıydı İlkim'i?

Yollardı tabi sevmiyordu ki. Eğer sevseydi gitmezdi.

O an iki acı haykırış iki ayrı şehirde iki ayrı dudakta can bulmuştu. Bir taraf içinde ki küçük kızı dışarıya çıkartarak, 'Neden çocukluğumu aldın anne? Neden en sevdiğim rengi benden çaldın?' derken, diğer taraf da içinde ki acı çeken çocuğu dışarıya çıkartarak 'Her şey senin yüzünden dede! Her şey.' diye fısıldamışlardı.

İlkim göz yaşlarını silerek salıncaktan kalktı, o öyle birisi değildi. Dünya yansa umrunda olmazdı. Olmazdı değil mi?

Banka geri döndüğün de çantası ve ceketi yoktu. Sağa sola baktığın da bulamamıştı. Bir bu eksikti, çalınmış mıydı yani? Sadece güldü, çocukluğunun çalınması gibi çantası da çalınmıştı.

Pusat son kez Fatihâ okuyarak geldiği yolu geri döndü. Akşam ezanı yaklaşıyordu. Istanbul'dan bugün gelmişti. Balık yemlemeye gidemezdi ama kumluğa bakabilirdi. Evin önüne gelince, kapının önün de oynayan Lodos "Amcaaaaa" diyerek kucağına atlamıştı.

"Amca babamla küstün mü?" diye sormuştu Lodos. Pusat hiç tereddüt etmeden, "Ne dersin ula sen, kardeş kardeşe hiç küser mi?" diye sorarak Lodos'u gıdıklamaya başladı.

Lodos gülerek "Küsmez. Zaten dedem bana 'Baban istavrit amcan hamsi. Amcan babana takılıp takılıp duruyor' dedi." Bu dediği ile Pusat'da gülmüştü.

"Kumluğa gidiyorum gelecek misin?" diye sordu Pusat. Lodos bu soruyu her duyduğun da balık gibi atlardı. Heyecan ile kafa sallayınca, Pusat kafasını yukarıya kaldırarak "Yenge" diye bağırdı.

Emine, Pusat'ı duymamıştı. Nehir yengesinin yorulduğunu anlayınca kendisi çıktı balkona "He abi?" deyince Pusat "Miço'nun şapkasını atın limana gidiyoruz." dedi, Nehir içerden Lodos'un hırkasını ve beresini getirdi.

'Her ne kadar yaza az kalmış olsada deniz soğuktur şimdi.' Diye düşündü Nehir.

Pusat, yeğeninin hırkasını ve beresini takarak arkaya oturtturdu. Dikiz aynasından Lodos'a bakarak "Hazır mısın miço?" Diye sordu. Lodos iki koltuğun arasına girerek "Her zaman hazırım kaptan." dedi.

Pusat her zamanki gibi radyodan Trabzonspor marşını açarak sesini yükseltti. Artık bütün Trabzon alışmıştı bu yaptığına.

1 saate yakın yürüdükten sonra ancak eve gelmişti İlkim. Kapıyı çaldığın da yardımcı kadın kapıyı açarak "Şükürler olsun İlkim hanım, Yankı bey ve Mustafa bey sizi çok merak etti." dedi, rahatladığı belli olan sesiyle.

İlkim salona geldiğin de Alina kucağında Lotus ile oturuyordu. Mustafa bey kafasını ellerinin arasına almış düşüncelere dalmıştı. Peki ya Yankı? Etrafta deli gibi dolanması normal miydi? Yerde ki parçalanmış telefona gözleri kaydı. Kesinlikle kardeşi yapmıştı.

Lotus halasını görünce, "Halaa" diye bağırmıştı. Sevinci, çölde su bulmuş gibiydi. Mustafa bey yerinden kalkıp hızla kızına sarıldı. Kokusunu ciğerlerinin en derinine çekti. Aklından neler geçmişti haber alamayınca!

İlkim, babasından ayrıldıktan sonra kardeşine baktı. O an adeta İstanbul'da Yankı'nın sesi yankılanmıştı.

"Nerdesin sen ha, nerdesin! O lanet telefonuna neden bakmıyorsun! Beni deli etmeye mi çalışıyorsun Asiye?" demişti.

Kardeşi de Asiye demişti işte. Adının hakkını gerçekten veriyordu değil mi? Asiye İlkim Akçay. İlkim ismini babası vermişti ona, ilk ve tek kızı. Peki ya dedesi neden anlamı acılı, kederli, üzüntülü kadın anlamına gelen Asiye ismini vermişti ona?

Kullanmazdı Asiye ismini, hayatının özetiydi o isim. Acılı ve üzüntülü kadın.

Yankı derin bir nefes aldı. İlkim açıklama ihtiyacı duyarak, "Çantam çalındı telefonum içindeydi." Deyince kardeşi ona yaklaşarak sıkıca kollarına aldı. Yankı başının belasına hiç kızabilir miydi?

"Sen iyi misin? Bir şeyin var mı? Polise gitti mi?" Diye arka arkaya sorularını sıralarken, İlkim geri çekilerek "İyiyim Pikaçu merak etme, uzun bir süre daha benle uğraşmak zorundasın." dedi gülmeye çalışarak.

Yankı'nın yüzünde mimik oynamıyordu. İlkim sevmezdi ciddiyeti. "Polise gittin mi?" sorusunu tekrar sordu Yankı. İlkim, Lotus'un yanına ilerlerken "Hayır sadece telefonum ve cüzdanım gitti. Kimlik kağıdım odamda gerek duymadım." diyerek Lotus'u kucağına aldı.

Lotus ile birlikte koltuğa oturan İlkim'in gözleri babası Mustafa beye kaydı. Çok kırmıştı onu, Mustafa bey yemek masasının üstünden bugün hazırladığı belgeleri ve anahtarları alarak kızının karşısına gelmişti.

İlkim önüne koyulan bir kaç kâğıda, pasaportuna ve anahtara baktı. Babası yine ona kıyamamış, istediğini önüne altın tepsiyle sunmuştu. "Yarın sabah beşte çıkarsanız akşam yedi gibi orda olurmuşsunuz, pilot öyle söyledi. İstediğin gibi evin Brera Caddesi'nde."

Babasının gözlerine baktı İlkim. Ama bu sefer değişik bakıyordu. Mustafa beyde anlamıştı kızında bir şey olduğunu. 'Acaba başına bir şey geldi de söyleyemiyor mu?' diye düşündü Mustafa bey. Oğlunu gönderip kızı ile ilgilenmeliydi.

İlkim belki de hayatın da bir ilk yapacaktı. Zor olacaktı belki ama yapacaktı. Bu sefer kaçmayacaktı, babasının arkasına gizlenmeyecekti, düştüğün de kardeşini suçlamayacaktı. Savaşacaktı. Çünkü biliyordu, babası düşmeden kaldırırdı onu. Biliyordu kardeşi dikenli yollardan yürütmezdi, şimdiye kadar Asiye isminin hakkını çok vermişti. Artık güçlü olacaktı. Düştü mü? Tekrar kalkardı. Koşuyorken takıldı mı? Daha da hızlı koşardı. Ne olursa olsun yapardı. Babasının kızıydı. O Asiye İlkim Akçay'dı.

Lotus'u, Alina'ya vererek ayağa kalktı. Babasının önüne bıraktığı hayallerine göz attı, kendinden emindi. İlk defa kendine söz vermişti ve yapacaktı. Kafasını dikleştirerek "Pilota söyle yarın Karadeniz'e uçacağız. 10 gibi hazır olsun." Belki de ilk defa kendinden, bu kadar emin konuşuyordu.

Kardeşi şaşırarak baksada babası gururla bakmıştı yüzüne. Mustafa bey kızına hep gülerek bakardı. Yine gülüyordu ama bu sefer farklı gülüyordu. İlkim'de fark etmişti, babası 27 yıllık hayatında gururla bakmıştı yüzüne. Içinden akıp gidenlerle ilk defa tam mutlu olmuştu İlkim.

"Karadeniz soğuktur, çarpar insanı!" diye takılan Yankı'ya İlkim'in cevabı kısa ve netti. "Ben de gökteki güneş olurum."

İlkim bir heyecanla odasına doğru ilerlerken merdivenlerin başından kardeşi Yankı'ya, "Ayrıca Carlamia kabanım ve Louis Vuitton'dan aldığım botlarım ile Karadeniz'in üstesinden gelebilirim." Diye bağırdı gülerek.

Pusat'da kumluktan dönmüştü. Arkada uyuyan yeğenine baktı. Yol uzun olunca, böyle oluyordu ufaklık için. Arabadan inerek, Lodos'u kucağına aldı.

Binaya girdikten sonra birinci kata çıkarak zili çaldı. Kapıyı kardeşi Toprak açmıştı. "Abi hoş geldin, gelsene yemek yiyeceğiz." demişti. Pusat'ın evde önemli bir işi vardı.

"Yok aslanım çocuklar hamsi yapmıştı biz yedik. Karnı tokdur, sen yatağına koy yengemi yorma." dedi. Toprak abisine bakarak "Abi, Rüzgar abim bilerek yapmadı, biliyorsun değil mi?" Diye sormuştu.

Pusat, Toprak'a bakarak "Oğlum saçmalama. Abimin bilerek yapmadığını biliyorum. Abimi de suçlamıyorum zaten. Üstelik aç olsam yerim bu ev benim de evim. Aç değilim, hem yarın erken gideceğim, işler hep kaldı." diye cevap vermişti.

Doğru diyordu, abisine kırgın ya da kızgın değildi. Çünkü bilirdi abisi ne yaparsa yapsın, iyiliği için yapardı.

"Aman fırtına battı gitmedin ya bugün. Yarın sabah, ezanı beklemeden limana git." diyerek Lodos'u kucağına aldı Toprak.

Pusat kardeşine bakarak, "Sende mi benle gelmek istiyorsun aslanım? Sabah giderken alırım seni de" deyince Toprak, "Aman bee benim ne işim var Limanda? Hem hangi bekçi beni limana sokar ki?" diyerek 180 derece dönmüştü Toprak.

Pusat gülerek çatı katındaki kendi evine çıktı. Kapıyı açtığı gibi yerde ki gemiye takıldı gözleri. Içeriye girerek tekrar kapıyı kapattı.

Yere eğilerek geminin parçalarını toplamaya başlamıştı. Dedesi bildiği gerçekleri yağlı urgan gibi boynuna dolamıştı. Eğer bildiklerini anlatsaydı dedesi yaşardı şimdi, değil mi?

İlkim, nerden geldiğini bilmediği cesarete güldü. Valizlerini çıkartarak, kıyafetlerini yerleştirmeye başladı.

Kocaman Karadeniz, Asiye'nin acılarına merhem olabilecek miydi? Yoksa tuzlu suyuyla yakacak mıydı?

Pusat topladığı parçaları, çalışma masasına koyarak koltuğuna oturdu. Kafasını ellerinin arasına alarak düşünmeye başladı. Yapacaktı! O gemiyi yapıp aşağıda ki eve koyacaktı yine. Koymak zorundaydı.

İlkim valizini hazırlamaya devam ederken, Pusat'da geminin çizimini yaparak hasarın büyüklüğünü ölçmeye çalışıyordu.

Birisinin umutları yeni yeşermeye başlarken, diğerinin umutları çöp olmaya başlamıştı.

Birisi kırılan çocuk ruhunu onarmaya çalışırken, diğeri hayalleri için yeni merdivenler inşa etmeye çalışacaktı.

Yazarın diğer paylaşımları;
Sözümoki Mutlaka Bilinmesi Gerekenler
Eşini aldatan insanlar neden bu kadar yaygınlaştı?
X

Daha iyi hizmet verebilmek için sistem içerisinde çerezler (cookies) kullanmaktayız. "Çerez Politikamız" sayfasından daha detaylı bilgilere erişebilirsin.

Anladım, daha iyisini yapmaya devam edin.