Tripoliçe'nin kasvetli günlerinin ortasında fırtınaya tutulmuş yabancı bir sandal gibi tuhaf ve bir o kadar da korkunç günleri yaşıyordum. Tarihin her zamanında böylesine günleri unutmamak ve gelecek nesillere bir ibret vesikası bırakılması için Tripoliçe'ye geldiğim ilk günlerde tutmaya başladığım notları zaman zaman okuyordum. Siyah kapaklı bu defterlerin notları okudukça gördüm ki geçen zaman her şeyden bir şeyler alıp götürmüştü.
Annemi babamı ve kardeşimi neredeyse bir yıldır görmüyorum. Babamın son mektubunda Karakullukçudan emekli olan Asaf efendinin dediğine göre Yeniçeri Ocağı’nın lağvedilmesiyle ilgili bir çalışma yürütüldüğünü söyledi. Gerek babamın yeniçerilerle ilgili anlattığı hikayelerde, gerek İstanbul’da bulunduğum zamanda yeniçerilerin tavır ve davranışları herkesin aklındaki tek soruya bir cevap gerektiriyordu. Devleti Aliye'nin bekası için bu fesat yuvasının kaldırılması ve Avrupa'nın güç dengeleri içinde modern bir ordunun kurulması zorunluluğu idi. Bu er yada geç gerçekleşecekti. Devleti Aliye'nin gücü buna yeterliydi...
Esma Hatun'un son günlerde kendinden bile iyice uzaklaşması dikkatinden kaçmamıştı. Modon koron ve Navarin yolculukları boyunca yüzündeki ve belki de ruhundaki derin acıların yansıması ve bunun yanında ayağı kırık bir atın ölmeyi bekleyen çaresizliğinin gözyaşlarını onu tanıdığım günlerden bu yana görebiliyorum.
Bir tanığa ihtiyacı varmış gibi sessizce ve gittikçe serinleyen Tripoliçe gecelerinde titrek bir gaz lambasının sonsuz sukutunda kan kokan gecelerle ilgili kabus dolu rüyalar görüyordu...Çoluk çocuk genç yaşlı demeden masum Türkleri, hayvan boğazlar gibi kesen acımasız ve barbar Rumlar Tripoliçe'nin semalarını ölüm çığlıkları ile kaplıyorlardı.