Rumların Mora’da 1821’de isyanını, Hıristiyan-Müslüman çatışması şeklinde algılayan Avrupa kamuoyu asilere maddî ve manevî yardımda bulundu.Nihayet İbrahim Paşa, Mora’nın büyük bir kısmında Türk hâkimiyetini tekrar tesis etti. Ancak Rusya, İngiltere ve Fransa 4 Nisan 1826 Petersburg Protokolü ve 6 Temmuz 1827 Londra Antlaşması’yla bağımsız Yunanistan devletinin kurulmasına, Türklerle Rumların birbirlerinden ayrılmalarına karar verdiler. Buna göre, Türkler Yunanistan’dan çıkartılacak ve malları Yunanlılar tarafından satın alınacaktı. Yunanistan Attik ve Mora ile bu kara parçasının çevresindeki Eğriboz yarımadası, Kuzey Sporad ve Kiklad takımadalarından oluşan sahada kuruldu. Bu sahanın nüfusu 1821 tarihi itibarıyla 938.765 kadardı. Genel nüfusun en az %10’u (63.000 ilâ 90.830) Müslümandı. Yunanistan’da 1821-1833 devresinde Türklerin bir kısmı katledilirken, sağ kalmayı başaranlar ocaklarını terk etmek zorunda kaldılar. Bunun sonucunda Yunanistan’ın nüfusu 1838’de 752.077’ye düştü. Yerli Türklerin katledilmesi ve sürülmesi nüfustaki bu düşüşte oldukça etkilidir. İsyan döneminde asiler, köy ve kasabaları teker teker basmaya başlayınca, yarımadanın güneyindeki ahali Modon ve Koron gibi sahil şeridindeki iskele ve kalelere sığınmakla birlikte asıl yığılma Tripoliçe kalesine oldu. Klamata ahalisinde olduğu gibi ilticada gecikenler asiler tarafından yok edildiler. 1821’de asi Rumlar yarımadanın merkezi Tripoliçe’yi kuşattılar. Savunmayı kolaylaştırmak amacıyla kale dahilindeki çoluk çocuğun Preveze civarındaki Badra veya Anabolu’ya sevk etme düşüncesi gerçekleştirilemedi. Şehri terk eden Müslüman mülteciler yolda Rum çeteleri tarafından esir veya katledildiler. 7 Ekim 1821’de Arnavut sergerdesinin işbirliği sonucu eşkıya kaleye hâkim oldu. Tabya ve evlerde bulunan 40 bini aşkın Müslüman aman ile teslim olduklarından Rumeli’ye çıkarılacağı vaadii teselli edilmişler ise de tamamı katledilirken malları yağmalandı. Tripoliçe... Acı, kan, gözyaşı, açlık, katliam, soykırım devam etti. Hatta bununla yetinmeyen eşkıya, Müslüman mezarlığını kazarak ölüleri çıkarıp yaktı. Asiler, ele geçirdikleri tüm kalelerde benzer faaliyetlerde bulundular. Türkler ya katledildiler ya da açlıktan telef oldular. Tripoliçe’nin kuzeyindeki yerleşmelerde bulunan Türkler ise çareyi daha kuzeydeki güvenli kalelere veya kayıklarla Attik yakasına çekilmekte buldular. Yusuf Paşa, Lala ve Gaston ahalisinden 15 bin kişiyi Badra’ya nakletti. Tripoliçe’nin elden çıkması üzerine Badra’daki muhafızlar firar edince Badra’nın yerli nüfusu ile mülteci Gaston ve Lalalıların bazısı İnebahtı’ya yerleştirildi. Bu arada Yanya ordusu ve Arnavutluk’tan kısa bir sürede askerî yardım gelmeyince Karlıeli Müslümanları zorunlu olarak teslim oldular. Asi Rumlar, Attik yakasında Levadyalı Müslüman halkın ekserisini katlettiler. Atina, İstefe ve Eğriboz halkı ise Rumlara karşı direnmiş, ancak iaşe sıkıntısı çekmişti. Levadya kalesinin asilerden geri alındığı bir sırada, Atina ve havalisinde bulunan Müslüman ahali, şaki Rumların tecavüzlerinden kurtulmak için kaleye sığınmak zorunda kalmıştı. Atina kalesi yabancı diplomatların güvence vermesi üzerine Rumlara terk edildi. Rumlar verdikleri sözün aksine şehirdeki Türkleri katletmeye başladılar. Katliamdan kurtulmayı başarabilenler İzmir ve Eğriboz’a sevk ve iskân edildiler. Öte yandan Sakız adasındaki asker aileleri ve yerlilerden ihtiyar, kadın ve çocukların Çeşme’ye sevk edilmesi kararlaştırıldı. İsyan döneminde Karlıeli sancağında eşkıyanın elinden kurtulan yaklaşık 500 sivil Türk ise Preveze’ye sığınmıştı. İzdin’in Müslüman halkı da göç kervanına katıldı. Mora, Attik ve Ege adalarında ikamet eden ve katliamdan kurtulmayı başarabilenler başta Anadolu sahilleri olmak üzere daha güven duydukları yerlere göç ettiler. Kuşadası ve İzmir’e gelen Mora ve Atinalı göçmenler öncelikle Rumların terk ettiği meskenlere yerleştirildiler. Kimsesiz kadınlar ve çocuklar, hâli vakti yerinde olanların evlerine ikişer üçer kişilik gruplar hâlinde dağıtıldılar. Yiyecek ve giyecek ihtiyaçları karşılandı. Göçmenlerin bir bölümü gönüllü olarak Aydın ve Saruhan sancaklarına gitmeyi kabul etti. Moralı göçmenlerden bir kısmının da Karaferiye, Varna, Filibe, Pazarcık, Yenişehir ve Edirne havalisine beşer onar hanelik gruplar hâlinde yerleştirilmesi yoluna gidildi.
Moralı göçmenlerden bazıları ise İstanbul’a gelmeyi tercih etmişlerdi. Bunlardan muhtaç olanlara kira yardımı yapıldı ve maaş bağlandı. Söz konusu göçmenler bir süre sonra Çirmen kazasına sevk edildiler. Bununla birlikte 1860’a kadar İstanbul’da bulunan ve maaş alan Moralı göçmenler mevcuttu.
Bu göçmenler arasında bulunan Esma Hatun ile Şahbanu da İstanbul’a nakledilenler arasında bulunuyordu. Gemi yolculuğu ilk saatlerinde Şahbanu'nun annesi vefat ettiği haberi, Şahbanu ya geminin İstanbul limanına yaklaştığı zaman haber verildi. Günlerdir perişan vaziyette olan Şahbanu bu haber üzerine olduğu yere yığıldı. Gözlerindeki mor halkalar bir girdap gibi sanki İstanbul'u yutacak ve yaşanan kabus dolu günler sona edecekmiş gibi bir his uyandı. Yolculuk boyunca dua etmiş ve Esma Hatun'un yanından bir an olsun ayrılmamıştı. Gemi limana demirleyince tüm muhabirler iskeleye doğru yavaş adımlarla yürümeye başladılar. Limanda oluşan kalabalık alışılmışın dışında bir durumu çağrıştırıyordu. Üşüyenlere battaniye veriliyor acıkmış ve susamış olanlara ise yiyecek ikram ediliyordu. Tüm muhacirlerin yüzlere kederden sanki arınmış bir tebessüm peydah oldu. Bir nebze olsun mutluydular.
Buna hiçbir yürek dayanamaz taş olsa çatlardı. Uzun gün ve geceler süren vahşi katliamlar, Açlık susuzluk, işkenceler dolu ölümler, acı çığlıklar, çocukları gözleri önünde öldürülen ve feryat figan eden anneler, genç kızların parçalamış uzuvları, sahilleri kaplayan Müslüman kanlarından oluşan kan ve yakılan evleri yutan ateş denizinden çıktıkları için Allah'a hamd ediyorlar ve Devleti Aliye'nin bekası için ve padişah efendimiz Sultan II Mahmud’a dua ediyorlardı.
Merhum Hakkı Mehmet Efendi'nin babası, annesi ve kız kardeşi de sabahın erken saatlerinde limana koşmuş henüz haber alamadıkları Hakkı Mehmet Efendiden haber alırız ümidiyle buraya gelmişler ve getirdikleri bir kaç parça yardım malzemesi ve yiyecek ile biricik oğulları ve en nihayetinde muhacirleri bekliyorlardı. Hakkı Mehmet Efendinin babası, yaşlı gözlerle muhacirlere bakıyor ve oğlundan gelecek güzel bir haber ümidiyle son muhacirin de gemiden inmesini bekliyordu. Bir aralık, Esma Hatun ve Şahbanu'ya yaşlı gözlerle ve tükenmiş bir ses tonuyla oğlunun adını söylemeye çalıştı:
-Kızım! Oğlumu arıyorum biricik oğlumu, ciğerparemi !
Esma Hatun :
-Babacım kimdir sizin oğlunuz neredendir, adı nedir dedi cılız bir ses tonuyla ?
Tripoliçe'den dedi ve olduğu yere düşüp bayıldı. Tripoliçe sözü Esma Hatun'u da sanki oradaymış gibi içini parçaladı. Zaten ağlamaklı olan gözlerinden yaşlar akmaya başladı. Az önce başlayan yağmurla ıslanmaya başlayan muhabirleri limanda bekleyenler evlerinde misafir etmeye koyuldular. Esma Hatun ve Şahbanu, Hakkı Mehmet Efendinin babasının evinde misafir oldu. Hakkı Mehmet Efendi nin annesi ve kız kardeşi onları bağrına bastı.
Yağmurlu bir akşam üzeri Hakkı Mehmet Efendi vefat haberi alan ailesi yasa boğuldu. Tripoliçe kalesinde elinde tüfeğiyle kaleyi savunan Hakkı Mehmet Efendi yoğun top ateşi esnasında aldığı yara ile şehit olmuştu. Şehit haberini veren zabıt başka bir şey söylemeden asker selamı verip yavaş adımlarla geri döndü ve yürümeye koyuldu. Hakkı Mehmet Efendi'nin babası ,annesi ve kardeşi günlerce ardından gözyaşı döktüler.Moradan gelen misafirleri neredeyse unutur oldular. Bir sabah merhum Hakkı Mehmet Efendinin odasını temizleyen annesi, onun Tripoliçe yolculuğu öncesinde tuttuğu deftere uzun uzun sarıldı ve ağlamaklı bir halde Esma Hatun ve Şahbanu'nun yanına gitti. Soğuktan üşüyen elleriyle oğlunun defterini sıkı sıkıya tuttu ve cümlesine şöyle devam etti:
-Şehit oğlumun defterini bugün odasında buldum. Benim okumam yazmak yoktur. Sizler okuma biliyorsanız bir kaç cümle de olsa okur musunuz dedi. Esma Hatun, defteri Şahbanu'ya uzattı ve defteri eline alan Şahbanu, kapağını açıp ilk cümleleri okumaya başladı.
-Hakkı Mehmet Efendi,12 Şubat 1821 Tripoliçe'de olacağım günler için yaşıyorum. Bu görevin ne denli tehlikeli olduğu gerçeğini defterdarlıktaki arkadaşlarım pek çok kez dile getirdi. Ben ise her defasında "Padişah tarafından tarafıma tevdi edilen bu mühim görevin ifası için gerekirse canımı vermekten çekinmeyeceğim." dedim Devleti Aliye'nin bekası her şeyden önce gelir.
Şahbanu burada cümleyi sonlandırdı. Esma Hatun ve Şahbanu'nun gözlerinden sicim gibi yaşlar dökülüyordu. Hakkı Mehmet Efendi'nin annesi ise manzara karşısında hem huzurlu hem de acıyla karışık bir his yaşıyordu.
Esma Hatun daha fazla dayanamadı:
-Hakkı Mehmet Efendi'yi yakından tanıyorum anne. Birlikte görevli iken Modon, Koron ve Navarin ve Tripoliçe'de bulunduk. Son olarak Rumların Tripoliçe Kalesini kuşattığı zaman da da görüşmüştük. Elinde tüfeğiyle düşmana karşı son kurşunlarını atıyor burçlara çıkıp ölüme meydan okuyordu.
Şahbanu araya girdi ve devam etti :
-Ben de Hakkı Mehmet Efendi tanırım. Tripoliçe de kaldığı ev, bizim evin üç ev ötesinde bulunuyordu. Tırhala'dan Tripoliçe geldiğimiz günlerde bir kaç hayvanınız açlıktan ölmek üzereyken bizlere saman getirmiş ve bizlerin zor zamanında yanımızda olmuştu. Son defa kuşatma esnasında gördüm onu. Düşmana karşı tek başına karşı koyacak kadar cesur bir insandı.
Merhum Hakkı Mehmet Efendi'nin annesi az önce dinledikleri karşında şaşkınlıkla karşılık üzüntü yaşıyordu. Oğlunu bu kadar yakından tanıyan insanların sözleriyle neye uğradığını şaşırdı ve Esma Hatun ve Şahbanu'ya sarıldı. Esma Hatun ve Şahbanu ruhlarından bir türlü atamadıkları katliam dolu günleri tekrar yaşıyor gibiydiler. Uzun yıllar bu devam etti. Onlar ve annesi odanın bir köşesinde, kararan bulutların boğaza topladıkları bu saatlerde, gözlerinden süzülen yaşlarla merhum Hakkı Mehmet Efendi'nin ruhuna Fatiha okudular.
1822 yılı Ocak ayının sonuna doğru, Akrokorinth kentinde 1.500'den çok Müslüman, asilere teslim oluyor, ama Kolokotronis ve öteki âsi önderlerin adamları tarafından korkunç bir şekilde öldürülüyorlardı. Bu kanlı olaylar, daha sonra bir Alman subay tarafından şöyle anlatılıyordu:
"Güzel Müslüman kadınların canları bağışlanıyor, ama köle olarak satılıyorlardı. Bu satışlardan sağlanan paralar, Mavrokordatos gibi âsi elebaşların ceplerine akıyordu. Mavrokordatos, kadınları, bir İngiliz gemisinin kaptanına satıyordu".
Türk kadınlar, yaşa ve güzelliğe göre, 30 ile 40 kuruş arasında satılıyordu.
Brengeri adlı bir İtalyan gönüllü, Korinth'e gitmeden önce, yolda, bir Türk'ün cesedine rastlıyor, biraz sonra da onun karısıyla yavrusunu canlı ama aç olarak buluyordu. Yardım olmak üzere kendisi ve arkadaşları kadına biraz para veriyorlar, ama oradan uzaklaşırlarken, bazı Greklerin, kadınla yavrusunu öldürerek parayı çaldıklarına tanık oluyorlardı. Brengeri, Korinth kırımı sırasında bazı Greklerin bir Türk ailesini öldürmeye çalıştıklarını görüyor; Türk'ün karısını öldürmeden önce peçesini yırtarak yüzünü görmeye çalışıyorlardı. Tam o sırada, kadını bağışlamalarını rica ediyor; âsiler de 50 kuruş karşılığında onu öldürmekten vazgeçiyorlardı. Akrokorinth'de, teslimden sonra sahile doğru yürümekte olan bir Türk çift, çocuklarını taşıyamayacak kadar aç ve cılız oldukları için yavruyu bir Grek'e uzatıyorlar, o da bir kama çekerek, anne-babanın gözleri önünde yavrunun kafasını kesiyor ve ona engel olmaya çalışan bir Alman subaya, Türklerin yetişip büyümelerine engel olmanın iyi olduğunu anlatmaya çalışıyordu.
1822 yılı yazına dek, Yunan ayaklanması, 50.000'den çok Türk, Rum, Arnavut, Musevi ve öteki kişilerin hayatına mal olmuştu. Binlerce kişi de kölelik veya yoksulluk seviyesine düşürülmüştü. Doğrudan doğruya yapılan karşılıklı çarpışmalarda, buna oranla pek az kişi ölmüştü. Bu bir savaş olmaktan çok, "fırsatların silsilesi" haline gelmişti. Öldürülen Türklerin ve âsi Greklerin çoğunluğu asker değildi, sivil kişilerdi. Kurbanlar, ayrı ayrı yerlerde, mensup oldukları cılız toplumların kefaretini ödüyorlardı.
Bu sırada, uzun bir süreden beri Atina'nın Akropolis semtinde kuşatılmış bulunan ve susuzluk çeken birçok Müslümanlar, piskoposların, papazların ve âsi önderlerin, onların canlarına kıyılmayacağına dair vermiş oldukları söz üzerine, 21 Haziran 1822'de teslim oluyor; ama yabancı konsoloslarca ve büyük güçlükler içinde kurtarılmış olan birkaç kişi dışında hepsi de acımasızca öldürülüyorlardı. Aynı zamanda, Atina kentinin savunmasız 400 Müslüman sakini de sokaklarda parçalanıyordu.
Grek âsiler Modon'a saldırırken, surlar dışında yakaladıkları bir Türk'ün kafasını kesiyor; kazık üzerine takarak Navarin'e götürüyor ve sokakta, top gibi tekmeliyorlardı. İngiliz gemicilerin anlattıklarına göre, âsiler, denizde yakaladıkları Türklere çok işkence yapıyorlardı. Hollandalı Anemat'a göre, âsiler, denizden baygın halde kurtarılan Türk denizcileri ayıltıyor, sonra da onları işkencelerle öldürerek cesetlerini parçalıyorlardı. Hollandalılar, Grekleri, "korkak ve barbar" olarak niteliyorlardı.
1822 yılı yazında Türk ordusu Korinth'de belirince, Argos'ta kurulmuş olan sözde Grek yönetimi panik içinde sahile doğru çekilmeye ve gemilerle kaçmaya çalışıyor; tüm Argos ovasında binlerce Grek göçmen de onları takip ediyor ve Mainotlu Grek haydutlar, kaçmadan önce, bizzat kendi ırktaşlarını soymaya çalışıyorlardı. Türk ordusunun erzak ve mühimmatı çok geçmeden tükeniyor; Korinth'e çekilmeye çalışıyor, ama dağ geçitleri Kolokotronis'in çapulcularının işgalinde olduğu için, Dervenaki olarak anılan geçitte yüzlerce Türk kırımdan geçiriliyordu. Âsiler cesetleri soymakla vakit geçirmeseler, tüm Osmanlı ordusu büsbütün perişan olabilirdi. Yıllardan sonra bölgeyi gezen turistler, Türklerin yığınak halinde kemikleriyle karşılaşıyorlardı.
1822 yılı Aralık ayında sıra Navplia liman kentine geliyordu. Uzun süreden beri âsilerce kuşatılmış olan bu kentin sokaklarında açlıktan ölen çocukların cesetlerine sık sık rastlanıyor; iskeletleşmiş kadınlar, çirkefler arasında yiyecek bulmaya çalışıyorlardı. Navplia olayları sırasında kentte hazır bulunan Avrupalı gönüllülerden Kotsch adlı bir Alman subayın anlattığına göre, Türklerle ilişki kurduğu sanılan bir Rum papazın parmakları Grek âsilerce kırılıyor ve tırnakları yakılıyordu. Daha sonra Grekler tarafından üzerine kaynar su dökülüyor; boğazına kadar toprağa gömülüyor ve sineklerin saldırısına uğraması için yüzüne pekmez sürülüyordu. Papaz, altı gün can çekiştikten sonra ölüyordu. Kentten kaçmaya çalışan bir Musevi, büsbütün çıplatılarak, organları kesiliyor: o durumda kentte dolaştırıldıktan sonra asılıyordu.
Navplia kenti 12 Aralık'ta asilere teslim olunca, korkunç bir kırım başlıyor: asiler, öldürülenlerin kafalarını bir piramid gibi diziyorlardı. Bu sırada, deniz yarbayı Hamilton'un kaptanlığını yaptığı Cambrian adlı İngiliz savaş gemisinin limana gelişi, kentin Müslüman ve Musevi sakinlerinden bazılarını ölümden kurtarıyordu[. Kentte yapılan yağmada arslan payını Grek asiler alıyordu. Avrupalı subaylara ödül olarak iki veya üç Türk kız veriliyor; onlar, kızları Atina'ya götürerek konsoloslara satıyor; konsoloslar da kadınları Anadolu'ya sevk ederek kurtarıyorlardı. Misolongi açıklarında karaya oturan bir Türk gemisinde, kendi ülkelerine dönmekte olan 150 Arnavut, Mavrokordatos'un vermiş olduğu söz üzerine teslim oluyor, ama âsi önderlerden biri tarafından paraları çalındıktan sonra hepsi de öldürülüyordu.
Grek asiler, hayvani davranışlarında o kadar ileri gidiyorlardı ki, kendilerine yardımcı olmak üzere yabancı ülkelerden ve özellikle Avrupa'dan gelen yandaşlarını da öldürüyorlardı. Navplia liman kenti asilerin eline geçtikten sonra, bazı Greklerin, yabancı kimi yandaşlarını, kentteki bir hamama sokarak öldürdükleri meydana çıkıyordu. Grek hamamcı, yabancıları, giysilerini çıkarmaya inandırıyor ve böylece, onları öldürürken, elbise ve çizmelerinin kana bulanmamasını sağlıyor; onları daha sonra satıyordu.
Mora'daki cenosit orjisi, ancak öldürülecek Türk kalmayınca sona erdi. Yunanistan'a yardıma giden ve 1822 ile 1823 yıllan arasında yurtlarına dönmeye başlayan Helen yandaşı gönüllüler, o korkunç günlerin kabusundan hayatları boyunca kurtulamıyorlardı. Helen/Grek/Yunan ve Rumlardan çok şeyler beklerken, hayal kırıklığına uğruyor; onlardan nefret ediyor ve onlarca aldatıldıkları için kendi kendilerini lanetliyorlardı. Birçokları, Avrupa'daki Grek derneklerinin baskılarına karşın, kendi tecrübelerini kâğıda dökmeye başlıyorlardı. Bütün yazılanlarda aynı duygular yansıtılıyordu: "Başkalarının, benim işlemiş olduğum hataları işlememesi için bu yazıyı kaleme alıyorum. Modern Yunanistan, eski Yunanistan gibi değildir. Grekler, şükran bilmeyen, gaddar ve barbar bir soydurlar".
Bu arada Girit, Kıbrıs, Sisam, Sakız, Tesalya, Makedonya ve Epir'de de ayaklanmalar oluyor ; Osmanlı katlarının asilere karşı almış olduğu sert önlemler, Helen yandaşları ve propagandacıları tarafından Batı'ya, "Hıristiyan halka karşı Türk barbarlığı" olarak yansıtılıyordu. Yunanistan'daki Türklere karşı girişilmiş olan yok etme eylemlerine kör ve sağır kalan Batı, Osmanlı tepkisine karşı ses yükseltiyordu.
“Yunanları severim(!). Hergelelikte üstlerine yok. Türklerin cesareti haricinde tüm olumsuz taraflarını almışlar. Ancak şu dönemin Yunan ırkı da midemi bulandırıyor. Onlara üzülüyorum fakat Türklerden daha iyi olduklarına da inanmıyorum. Hatta pek çok açıdan Türklerin daha iyi olduğunu da düşünüyorum.
Lord Byron
Bir subay, Tripoliçe'nin asilerce işgalinden sonra orada kaydedilen olayları şöyle anlatıyordu:
"Trova'nın kraliçesi Helen kadar güzel, genç bir Türk kız, Kolokot- ronis'in erkek yeğeni tarafından vurularak öldürüldü: bir Türk çocuk, boğazına halat takılarak çevrede dolaştırıldı; bir çukura atıldı; taşlandı, bıçaklandı ve sonra, hala hayatta iken, bir tahtaya bağlanarak ateşte yakıldı; üç Türk çocuk, anne ve babalarının gözleri önünde, bir ateşin üzerinde yavaşça yakıldı. Bütün bu çirkin olaylar olurken, ayaklanmanın elebaşısı İpsilantis (? Aleksandros Mavro- kordatos) seyirci kalıyor ve asilerin bu davranışlarını, 'savaştayız; herşey olur' şeklinde mazur göstermeye çalışıyordu".
1825 yılında şans değişerek, Mısır valisi Mehmet Ali Paşa'nın oğlu İbrahim Paşa'nın ordusu Mora’yı yeniden ele geçirmeye başlayınca, teslim olan Grek âsilerin hayatları bağışlanıyor ve kimsenin kılına bile dokunulmuyordu. 1826 yılı Nisan ayında Tripoliçe, Argos, Kalamata ve Misolongi yeniden Türklerin eline geçince, tüm Avrupa Türklere karşı cephe aldı.
EBUBEKİR KURİ
7 Ekim 2021
3 Ocak 2025
Edremit/ Balıkesir