Mora Valisi Dramalı Mahmud Paşa'ya gerek Mora’da gerekse diğer şehirlerde genel bir isyan hareketine dair çok sayıda ihbar geliyordu. Bazıları asılsız ihbar sarılıp gereken önem verilmiyor, memurları canından bezdiren cevapları görmekten memnun insan toplulukları vuku buluyordu. Suskun bir kasabanın yürek dağlayan çığlığını belki de iliklerinde hisseden Mora Valisi Dramalı Mahmud Paşa, tüm tedbirleri almak için gece gündüz mesai harcıyor, tek bir Müslümana zarar gelmemesi için tüm olasılıkları tüm titizliğiyle hesaplıyordu. Kale komutanı Ömer Viryoli Paşanın hazırlığını da yerinde takip ediyordu.
Eve dönünce kitaplarımı düzenlerken bir kitaba gözüm ilişti. Tozlanmış cildini sildikten sonra divana geçtim ve okumaya başladım. Kitabın sayfaları yavaş yavaş ilerlerken uyuyakalmışım. Düşümde Fatih Sultan Mehmed devrinin dörtnala koşan süvarilerinin sınır boylarına soluksuz yolculuğuna şahitlik ediyordum. Yemyeşil ormanlarda dörtnala koşan atların birkaç gün önce yağan yağmurla ağırlaşan çimenlerde bıraktıkları izi takip eden ordu büyük bir nizam içinde hedefe doğru yol alıyordu. Öte tepeden büyük bir coşkuyla yeri göğü inleten mehterhanenin yüreğe dokunan ezgileri dolayısıyla tüm ordu yorgunluk nedir bilmiyordu. Bir elinde kutlu Osmanlı sancağı diğer elinde besmeleyle çelikleşmiş kılıçlarla düşmanın kalbine korkusuz bir yol katediliyordu. Heybetli Türklerin dağları, vadileri uçarak aşıp fütuhat yolunda cenk eylediği bu günler sonsuza dek sürmeliydi.
Mora yarımadasının tüm kentlerini ele geçiren büyük Sultan Anabolu'da bir süre konaklamaya karar verdiği ve Tripoliçe'yi çok beğenen Büyük Sultan mimarbaşına büyük bir cami yapılması emrini verdi. Bu cami Tripoliçe'nin fethinin bir mührüydü. Asırlarca sürecek Türk hâkimiyetinin en büyük şahidi diğer tüm yapılar gibi bu cami olacaktı.
Büyük Sultanın tüm Mora’yı almasıyla birlikte Rumların Bizans İmparatorluğu'nu yeniden kurma ümidi sona eriyordu. Son büyük çarpışma şimdi Taşköprü'nün kasabaya bakan yüzünde yaşanmıştı ve Osmanlı Devleti’nin şanlı zaferlerine bir yenisi ekleniyordu. O gün Türklerin yüzlerinde bulunan mutluluğun dünyada eşi benzeri yoktu. Sanki dağ, taş kurt kuş Türklerin bu zaferini bekliyorlardı. Hatta Mora’nın yerli halkından olan rumlar da Osmanlı Devleti’nin bu yöreleri fethetmesini tüm engellemelere rağmen olumlu karşılıyorlardı.
Ali Derviş Ağa'nın vefatının ardından nice olaylara şahit olmuştum. En sonu dün gece Ali Derviş Ağa'nın mezarına Rum hainlerin verdiği zararı görünce, bu gözü dönmüş eşkıyaların , kasabadaki masum halka her türlü kötülüğü yapacağı anlayışı hasıl oldu. Kasabasının önüne köprüyü tamirden sonra bu kez de kasabanın ileri gelenlerinden haraç alma olayları görüldü. Gecenin ilerleyen saatlerinde atlarla Müslüman kasabalıya saldıran barbar rumlar, ahalinin altın ve değerli eşyalarını alıyor hemen ardından da bulabildiği binek hayvanları da asırdan çalıyorlardı. En acı olaylardan biri de yaşlı Macide teyzenin tek yoldaşı olan alaca ineğini çalmaları oldu. Yaşlı kadıncağız günlerce gözü gibi sevdiği biricik ineği için gözyaşı döktü lakin üzerinden günler geçmesine rağmen bir haber alınamadı. Tripoliçe'de yağma olaylarının iyice arttığı bu günlerde kasabanın gençleri ellerinde tüfeklerle nöbete başladılar. Ellerindeki bu silahlar, Rum eşkıyalarına karşı kasabanın adeta sigortası gibiydi. Kale içi, hamam, cami ,medrese ve zaptiye müdürlüğü ve hanlarda güvenlik önlemleri arttırılma yoluna gidildi. Tüm bu tedbirlerle birlikte kasabada ortaya çıkabilecek barbar rumlarin taşkınlıkları önlenmesi amaçlıyorlardı.
Şu tepeleri boylu boyunca saran ve adeta zeytin denizini andıran bu güzel kasabada barış ve huzur içinde yaşamak için tüm tedbirlerin alınmış olduğu görülüyordu.
Tepenin eteklerini saran defne, kocayemiş, alıç ve yavşanların renk cümbüşü ise gelişmeden habersiz bir bahar tazeliğini andırıyordu.
Kasabanın kalbinden geçen derenin köprüyü gören ayaklarında kara leyleklerin acı çığlıkları ile güne uyandım. Sisli ve kasvetli havanın ruhumda uyandırdığı sancıyla ahşap evin merdiveninden aşağı doğru yavaş adımlarla yürümeye başladım. Bir kaç adım sonra kasaba meydanında dumanların yükselmekte olduğunu gördüm. Simsiyah dumanlar sanki öfkeden kudurmuş gibi döne döne göğe yükseliyor ve büyük bir küre gibi kasabayı yutacakmış gibi küllerini etrafa savuruyordu.
Esma Hatun da az ötede gözyaşlarıyla, olan biteni izleyen kasabalılar gibi derin bir keder içinde bu acı manzarayı izliyordu. Kasabasının yoğun gayretleriyle yangın kontrol altına alındı ve ahşap evlerin çoğunlukta olduğu kalenin eteklerine sıralanmış olan evler kurtarılmış oldu.
Rum isyancıların kasabada ulu orta yangın çıkarmaları Devleti Aliye'nin kulağına yanan samanların külleri etrafa dağılmadan ulaştığında rumlar bu yaptıklarının cezasını çekecekler günleri düşünmeye başladılar. Suçlular kasabanın meydanında kurulan dar ağacında idam edildi. Müslümanlar ve gayrimüslimlerin huzur ortamı yeniden tesis edildi.
Kasabadakilerin günlük yaşamı tüm sükunetiyle sürdüğü günlerde ,Yahudi tüccarların kasaba esnafını zora sokacağı ürünleri bolca getirip bu ürünleri kasaba esnafından biraz ucuza -kimisi de yüksekten satması kasabada özellikle esnaf arasında huzursuzluk yarattı. Müslüman esnaf bunun üzerine kadıya müracaat etti. Kadı şikayetleri dinledi ve hükmü açıkladı. Yahudi tüccarların kasabada satış yapması yasakladı. Öte yandan satılan bazı ürünlerin ayak oyunları neticesinde bazı müşterilere yüksek fiyattan satılması neticesinde haksız paralar da sahiplerine iade edildi.
Tripoliçe'nin karanlık akşamlarında kütüphanede bulunan Evliya Çelebi'nin Seyahatnamesinden bir bölüm gözüme ilişti. Bu 1666 yılındaki Cadı Savaşı'nı anlattığı ürkütücü olaydı. XVII. yüzyılın kalbinde, ünlü Osmanlı gezgini Evliya Çelebi, yolculuğunun en inanılmaz manzaralarından birine tanık olurken buldu kendini: uzak bir Çerkes köyü üzerinde gökyüzünde cadılar arasında bir savaş. Geceyi şimşekler çakarken ve köylüler ürkütücü bir sükûnet içinde izlerken, Çelebi gördüklerini "Seyahatname"sinde (Seyahatname) kaydetti ve bize Osmanlı tarihinin en canlı doğaüstü folklor anlatımlarından birini bıraktı.Bu sadece geçici bir folklor hikayesi değildi. Çelebi, savaşı titiz ayrıntılarla belgeledi ve olayın kaosunu, şiddetini ve mistisizmini yakaladı.
Onun anlattığına göre, Çerkes cadıları ve düşmanları olan Abaza cadıları, kökünden sökülmüş ağaçlar, hayvan leşleri ve hatta ev eşyaları gibi nesnelere binerken köyün üzerinde çatıştılar." Gürültü ve çığlıklar sağır ediciydi" diye yazdı ve cadılar birbirini parçaladıkça gökten uzuvların ve enkazın nasıl yağdığını anlattı. Manzaradan etkilenmeyen köylüler, bunu doğaüstü güçlerin savaşa girdiği yıllık bir olay olan "karakoncolos gecesi" (Karakoncolos, Türk folklorunda kötü niyetli bir iblis olarak bilinir) olarak adlandırdılar. Osmanlı cadılarının karmaşık dünyası, doğaüstü olaylar Çelebi'nin hesapları, fantastik olaylara bir bakıştan daha fazlasını sunuyor. Osmanlı İmparatorluğu'nun her yerinde var olan doğaüstü varlıklara olan köklü inancı ortaya koyuyorlar. Bu noktada, Avrupa'nın 16. ve 17. yüzyıllar boyunca cadı avına çıkarken ve cadı olduğundan şüphelenilen herkesi cezalandırırken, Osmanlı İmparatorluğu'nun da bu olaylara ilgiyle yaklaştığını belirtmek önemlidir.
Çelebi'nin karşılaştığı, genellikle "oburlar" (oburlar) olarak adlandırılan cadılar, vampirlere benzer şekilde, genellikle kan yoluyla yaşam güçlerini boşaltma yeteneklerinden korkuluyordu.
Bu doğaüstü varlıklar, etkileri Balkanlar'dan Orta Asya'ya kadar uzandığı için Çerkesya ile sınırlı değildi. Birçok bölgede, topluluklar cadıların hastalığa ve ölüme neden olduğuna inanıyorlardı ve cadıları takip eden ve zararlı büyülerini durduran uzmanlar olan "obur tanıtıcı" işe alıyorlardı. Çelebi, bu cadılarla yüzleşmek için kullandıkları yöntemleri anlattı.
Bir vakada, ölümcül bir saldırıdan sonra, yerel halk şüpheli cadının cesedini buldu ve büyüsünü sona erdirmek için içine bir kazık çaktı. Bu yöntem, köylülerin kendilerini doğaüstü olaylardan korumak için büyük çaba sarf edecekleri için bu geleneklerin ne kadar köklü olduğunu gösterdi. Korkunç itibarlarının ötesinde, cadılar yerel geleneklere ve hatta doğal olaylara bağlıydı. Çelebi, cadıların hava durumunu kontrol ettiği, çiftlik hayvanlarını manipüle ettiği veya insanları hayvanlara dönüştürdüğü iddia edilen çok sayıda örnek kaydetti. Bir Bulgar köyünde özellikle garip bir olay meydana geldi ve Çelebi, bir cadının dev bir tavuğa dönüştüğünü ve ardından çocuklarının geldiğini gözlemledi.
Dönüşüm onu şaşırttı ve köylüler sonunda cadıyı insan formuna geri dönmeye zorladı.
Çelebi'nin tanıklıkları, Osmanlı tarihindeki önemi. Çelebi'nin anlattıklarını salt folklordan ayıran şey, bu olayların gerçek olduğu ve birden fazla kişi tarafından tanık olunduğu konusundaki ısrarıdır. "Bana korkmamamı söylediler" diye yazan Çelebi, köylülerin doğaüstü olaylara nasıl hayatın bir parçası olarak baktıklarını anlattı. Altı saat süren cadıların savaşı, gök gürültüsü, gökyüzünde ateş ve enkaz yağmuru içeriyordu. Çelebi bu manzaraya tanıklık eden tek kişi değildi. Bütün köy olaya seyirci olarak durdu. Yazıları bunları abartılı hikayeler olarak ele almaz. Çelebi, tanık olduklarına dair ayrıntılı açıklamalar yaparak, doğaüstü olanı seyahat ettiği bölgelerin günlük yaşamına harmanlıyor.
Bunu yaparken, doğaüstü inançların günlük deneyimlerle ne kadar derinden iç içe geçtiğini yakaladı.
Stefanos Yerasimos gibi bilim adamları, Çelebi'nin tasvirlerinin genellikle Osmanlı egemenliği altında nispeten kısa bir dönem geçiren Çerkesya gibi belirli bölgelerin egzotik doğasını vurguladığını savunuyorlar.
Bu bölgeler genellikle mistik yaratıkların evi olarak tasvir edildi, ancak Çelebi'nin anlattıkları uzak yerlerle sınırlı değildi.
Bulgaristan gibi imparatorluğun diğer bölgelerinde de benzer olaylara tanık oldu.
Başka bir anlatımda Çelebi, yerel halkın bir cadının dönüşümünü nasıl başardığını ayrıntılarıyla anlattı. Bir cadı ve çocukları tavuğa dönüştüğünde, köylüler onu insan formuna geri dönmeye zorladı.
Çelebi'nin bu olaya ilişkin gözlemi, bu doğaüstü karşılaşmaların günlük yaşamın bir parçası haline gelmesiyle, ürkütücü ve sıradan arasında çarpıcı bir tezat oluşturuyor.
Osmanlı gezgini Çelebi'nin doğaüstü öykülerinin kalıcı etkisi
Çelebi'nin Seyahatname'si, Osmanlı İmparatorluğu'ndaki yaşamın en kapsamlı anlatımlarından biri olmaya devam ediyor, ancak okuyuculara zamanın kültürel ve psikolojik manzarası hakkında bir fikir veren doğaüstü hikayelerdir. Çelebi bu olayları sadece okurlarını eğlendirmek için anlatmamıştır. Oburslar gibi cadıların da uzak ve geniş bölgelerdeki günlük yaşamı nasıl etkilediğini tasvir etti. Bu cadılar sadece folklor değildi; Osmanlı yaşamının ve geleneğinin dokusuna dokunmuşlardır.
Bu inançların yerleştiği tek yer Çerkesya değildi. Kafkasya dağlarından Bulgaristan köylerine kadar, cadı korkusu ve onların doğaüstü güçleri, toplulukların hastalığa, ölüme ve açıklanamayan olaylara nasıl tepki verdiğini şekillendirdi.
Çelebi'nin doğaüstü olaylara ilişkin titiz kayıtları, bu inançların Osmanlı ruhuna ne kadar derinden yerleştiğini gösteriyor.
Cadıların yıllık savaşları, vampir benzeri oburslar ve cadıların dönüştürücü güçleri, doğaüstü olanın fiziksel olduğu kadar gerçek olduğu bir dünyaya hitap ediyor.
Çelebi, "Bu tür şeylere her zaman şüpheyle yaklaşmışımdır" diye yazdı: "Ama o gece gördüklerim hiçbir şüpheye yer bırakmadı."
Yağmur damlalarının sesi gün ağrırken kasabanın her yerini sarmıştı. Bazı evlerin damlarındaki kırık kiremitlerden sızan sular birlikte kasaba sakinlerinin çileli ve çaresiz günleri onları bekliyordu. Zira çatı ustası yok denecek kadar az olan kasaba sakinlerinde bu işi iyi bilenler Tırhala’ya gittiği söylenmekteydi. Özelikle Müslüman Türklerin evlerinin bazıları bu durumdaydı. Aslında tüm bunlar bekli de benim bazen yersiz de olsa gözlemlerimdi sadece Geçenlerde at ve eşek arabalarında kiremitler olan ve uzaklardan geldiği anlaşılan bir kafileye rastlanmıştım. Konuşmaları Ege şişesini andırıyor ve yorgun gözleri uzaktaki zeytinliklere belli belirsiz dalıyordu. Hissiz ve hayatı umursamaz tavırlı bu adam, atlara yem torbalarını uzatırken birden gözlerini bir neşe kaplayıvermiş gibi huzurlu bir hal aldı. Adı Şahap olan bu yolcunun beraberinde Muhsin ve Suca isimli kişiler de bulunuyordu.
Zaptiye Çavuşu Şehsuvar Bey, odasında telaşlı bir şekilde bir o yana bir bu yana yürüyor ve heyecanlı cümlelerle kendi kendine bir şeyler mırıldanıyordu. Her adımında tahtadan gıcırdamayı andıran bir ses çıkıyordu. Şahsuvar bey bir ara pencereye doğru yöneldi ve odasının bahçeyi gören kapısında öfkeli bir kalabalık grubun sloganlar atarak yaklaşmakta olduğunu anladı. Telaşı iyiden iyiye arttı ve cebinden çıkardığı mendille alnından süzülen teri sildi. Derken kapı çalındı. Kapıyı çalan nöbetçi, zaptiye Çavuşu Şehsuvar Beyin yüksek sesle "gel " komutu ile birkaç adım atarak yaklaştı ve dışarıdan yükselen seslerin pek hayra alamet olmayacağı anlaşılan sesleri nedeni birkaç cümle ile açıklayıp geriye dönüp hızla odayı terk etti. Zaptiye Çavuş Şahsuvar bey penceren uzaklaştı ve koltuğuna çaresiz bir edayla oturdu. Bu ruh halinin nedeni, günlerden bu yana süren Rum isyancıların yaptığı yağma, taşkınlık, hırsızlık ve tecavüz olaylarına gereken cezalar verilmemesi dolayısıyla Müslüman Türklerde olan haklı öfkeydi. En azından toplanan kalabalıktan yükselen sloganlar bu minvaldeydi.
-Getirin o hainleri buraya.
-O alçakları kasabamızdan uzak tutun!
-İsyancılara geçit yok. Suçluları Kadı Efendi niçin serbest bıraktı
-Tripoliçe Türk’tür Türk kalacak...
Şahsuvar bey durumun ciddiyetini önceden öğrenmiş olacak ki karakolun önüne onlarca adam yığmış ve bahçeden içeri girişlere müsaade etmemişti.
Daha sonra yakalanıp kadı huzurunda mahkemeye çıkarılan bu suçlular ikisi sürgün ve biri ise idam cezası alacaktı İdam cezası da acele edilmemiş ve bu azılı suçlu da Sakız adasına sürgüne yollanmıştı. Tüm bu gelişmeler Müslüman halk arasında derin bir öfke ve üzüntüye yol açmış, Devleti Aliye'nin gücüne gölge düşürmüş gibi algılandı Işın aslının öyle olmadığını çok geçmeden anlayacak olan kasabalı Müslümanların huzur ortamı bir süre daha devam edecekti Suçlular hemen idam edilmiş ve diğer suçlular da en ağır cezaya çarptırılmıştı. Bu olaydan sonra Zaptiye Çavuşu Şahsuvar bey görevinden azledilmiş ve İzmir yolunda gemide boğdurulmuştu. Onu yakından tanıyan biri olarak Devleti Aliye için yapmış olduğu fedakarlık ve çabaların haddi hesabı yoktu Ancak bu son hadisede yanlış gelişen veya yanlış müdahalede bulunan sanki gizli bir el vardı. Bu vatansever Osmanlı zabitini böyle bir suçlama ile görevinden azledilmesi ve hayatına son verilmesi kabul edilmez bir durum olmalıydı Bu gizli el çoktandır Devleti Aliye'nin başkentine ve buraya sızmış olmalıydı.
Esma Hatun'da ise gözle görülür bir değişim mevcuttu. Sokağa rahatça çıkabilir ve kasaba esnafına rahatça konuşabiliyordu. Onu hiç tanımasam kasabaya yeni bir insan gelir sanırdım lakin öyle değildi. Bunun sebebi çok geçmeden anlaşıldı. Üvey ağabeyi dün gece bir baskında yakalamış ve şimdi gözaltında bulunuyordu Sabahtan bu yana evinde olmayışının sebebi de bu yüzdendi. Eşi öldükten sonra belki de ilk kez bu kadar mutluydu. Yüzünde herkesten saklamaya çalıştığı bir huzur gizliydi.
Bir bahar akşamı kasabaya yaklaşan bulutlar dolunayın bağrından koparak dağları aşıp vadilere aceleci bir telaşla yol alıyordu. Suskun bir gecenin büyük düşleri sanki bu gece son bulacak gibiydi...
Tripoliçe'nin karanlık günlerinde babamdan aldığım bu zamansız mektup, günden güne kötüye giden bu Türk kasabasında belki de tek olumlu hadise olmalıydı. Mektubu, zeytin ağaçlarını selamlayıp vedalaşır gibi ayrılan güneşin son saatlerinde okumaya başladım
Mayıs ayının yirmi ikisinde babamdan hiç ummadığım bir zamanda bir mektup aldım.
22 Mayıs 1821
İstanbul
Sevgili oğlum,
Bu mektubu sana olan büyük özlemimiz dolayısıyla kaleme alıyoruz. Uzunca bir süre geçti sen gideli. Bu ilk mektubunu annen ve kardeşinle birlikte yazıyoruz. Heyecan, sevinç ve çokça özlem duyuyoruz sana.
Söyleyeceğim aslında bunlar değil. Önceki gün[…]kılığı ve konuşması ile serkeş bir yeniçeri eve geldi ve şuradan buradan konuşurken Zaptiye Çavuşu Şehsuvar Beyi sordu.
-Biz böyle birini hiç duymadığımız gibi tanımadığınızı söyledik ?
-Tripoliçeden ? dedi hırıltılı bir sesle
-Benim oğlum görev yapıyor orada dedim
-Bir kelam edip bir buralara gelmez mi dedi.
Oğlumun Tripoliçe'den ne gün döneceğini bilinmez ki diye devam ettim
Belki seni tanır oğlum bir derdi olmalı diye düşündüm. Yeniçerinin sorularına vermiş olduğum cevaplar onda adeta amansız bir kedere sürüklüyor, derin bir kuyuya düşüşte çaresizce yardım bekleyen bir insanı andırıyordu. Tam bu esnada yine adi şanı bilinmeyen üç insan ismini de sıraladı yeniçeri:
-Sinan Çavuş, Serhenk Kalender ve Dizdar Kemal Efendi ?
Bunlar da kim! Allah'ım dedim.
Biricik Oğlum, henüz gençsin ve dikkatli olmalısın. Korkarım Tripoliçe de senin de bilmediğin ya da bildiğin başka hadiseler de oluyor. Bizler ihtiyarladık. Tek sevincimiz sen ve kardeşinin sağlığı. Bir de Allah izin ederse senin mürüvvetini görebilmek. Ardından kardeşinin de. Bizler eski kafalı insanlar değiliz. Yeniçeri Ocağı’nın lağvedilmesiyle ilgili hadiseyi duymuş olmalısın. Biz de bunun tanzim ve plan dahilinde yapılmasını arzuluyoruz. Zira Devleti Âliyye’nin düşmanı pek çoktur. Ayni zamanda haini de...
Yarın sende dünyayı anlar ve baban için taşıdığın bu fikrin ne kadar haklı olduğunu takdir eder ve hak verirsin.
Bunları söylemekten maksadım senin Tripoliçe de görevini tamamlayana kadar son derece dikkatli olman ve tedbirli hareket etmendir.
Belki de tüm Balkan şehirleri bir gün Osmanlılardan ayrılacakları zamanın hayaliyle yaşıyorlar. Oysa Devleti Aliye'nin şefkatli kolları altında mutlu bir yaşam sürüyorlar. Bunu her fırsatta unutuyorlar .
Balkanlardaki haydutluk faaliyetleri İstanbul’a muntazam ulaşıyor. İsyancı güruhun üzerine kılıcıyla adalet ve huzur tesis ediyor.
Annen ve kardeşinin büyük özlem dolu selamıyla gözlerinden öperim.
Baban
...
Mektubu divanı üzerine sessizce bıraktım ve gözlerimden sicim gibi yaşlar dökülmeye başladı. Mektubun içeriğinde babamın da belirttiği adamları henüz bulamamıştım onlar benim ailemi bulmuş olmasının şaşkınlığıyla havlayan huysuz köpeklerin geceye olan öfkesi ortasında dolunayın zeytin ağaçlarına yansıyan parlaklığıyla Tripoliçe'nin akıbetini düşünüyorum.
Tripoliçe'nin kasvetli günlerinin ortasında fırtınaya tutulmuş yabancı bir sandal gibi tuhaf ve bir o kadar da korkunç günleri yaşıyordum. Tarihin her zamanında böylesine günleri unutmamak ve gelecek nesillere bir ibret vesikası bırakılması için Tripoliçe'ye geldiğim ilk günlerde tutmaya başladığım notları zaman zaman okuyordum. Siyah kapaklı bu defterlerin notları okudukça gördüm ki geçen zaman her şeyden bir şeyler alıp götürmüştü.
Annemi babamı ve kardeşimi neredeyse beş aydan beri görmüyorum. Babamla son konuşmamızda Karakullukçudan emekli olan Asaf efendinin dediğine göre Yeniçeri Ocağı’nın lağvedilmesiyle ilgili bir çalışma yürütüldüğünü söylemişti. Gerek babamın yeniçerilerle ilgili anlattığı hikayelerde, gerek İstanbul’da bulunduğum zamanda yeniçerilerin tavır ve davranışları herkesin aklındaki tek soruya bir cevap gerektiriyordu. Devleti Aliye'nin bekası için bu fesat yuvasının kaldırılması ve Avrupa'nın güç dengeleri içinde modern bir ordunun kurulması zorunluluğu idi. Bu er yada geç gerçekleşecekti. Devleti Aliye'nin gücü buna yeterliydi...
Esma Hatun'un son günlerde kendinden bile iyice uzaklaşması dikkatinden kaçmamıştı. Modon, Koron ve Navarin yolculukları boyunca yüzündeki ve belki de ruhundaki derin acıların yansıması ve bunun yanında ayağı kırık bir atın ölmeyi bekleyen çaresizliğinin gözyaşlarını onu tanıdığım günlerden bu yana görebiliyorum.
Bir tanığa ihtiyacı varmış gibi sessizce ve gittikçe serinleyen Tripoliçe gecelerinde titrek bir gaz lambasının sonsuz sukutunda kan kokan gecelerle ilgili kabus dolu rüyalar görüyordu...Çoluk çocuk genç yaşlı demeden masum Türkleri, hayvan boğazlar gibi kesen acımasız ve barbar Rumlar Tripoliçe'nin semalarını ölüm çığlıkları ile kaplıyorlardı.
5 Haziran Cuma günü Moralı Beşir Ağa Camii, sabah saatlerinden itibaren Müslümanlarla dolup taşımaya başladı.Binlerce Müslüman camiye sığmamış ve caminin avlusu sıra sıra saf olmuştu.Moralı Beşir Ağa Camii imamı İmameddin Çelebi yaklaşan isyan tehdidine karşı tüm kasabalıya hitaben Cuma hutbesini okumadan önce bu tarihi camiye ve aziz cemaate baktı ve sözlerine şöyle başladı:
-Muhterem Müslümanlar!
-Müslümanlar birbirinin umududur. Bizler için ayrı bir kıymeti olan üç ayları idrak ediyoruz. Önümüzdeki Pazartesi gününü Salı’ya bağlayan gece, nice hikmet ve bereketle dolu Berat gecesine erişeceğiz inşallah. Ruhumuzu inciten her türlü hatadan, yaratılış gayemize ve Rabbimizin rızasına yakışmayan her türlü kötülükten berat etmek için büyük bir fırsat olan Berat gecemiz mübarek olsun. Yüce Rabbimiz her hikmetli işin kendisi tarafından taksim edildiği bu mübarek geceyi, umut vesilesi kılsın.
Aziz Müminler!
Hayat rehberimiz Kur’an-ı Kerim’de Yüce Rabbimiz şöyle buyurmaktadır: وَلَا تَايْـَٔسُوا مِنْ رَوْحِ اللّٰهِۜ “Allah’ın rahmetinden umut kesmeyin.” Evet, Allah’a inanan ve O’na sığınan bir müminin gönlünde umutsuzluğa yer yoktur. Zira umuttur insanı yaşatan. İyi ve güzel olanı ummaktır hayata bağlayan. Umut, asla gerçeklerden kaçış değildir. Bilakis umut, tam bir teslimiyetle Allah’a dayanmak, sımsıkı bir şekilde azme sarılmak, hikmete râm olmaktır. Geçmişin acılarını unutmadan kararlılıkla ayağa kalkmak, istikbali bugüne çağırmaktır. Dertlerimiz ne kadar büyük, sıkıntılarımız ne kadar fazla olursa olsun kâinatın yegâne yaratıcısı olan Rabbimizin rahmet ve mağfiretine sığınmaktır umut. Varlık âleminde hiçbir şeyi başıboş bırakmayan hikmet ve kudret sahibi Yüce Mevla’mızın inayet ve keremiyle nefes almak, huzur ve güven bulmaktır umut.
Aziz Kardeşlerim!
Aynı Allah’a, aynı peygambere, aynı kitaba inanan, aynı kıbleye yönelen Müslümanlar, birbirinin umududur. Her bir Müslüman, kardeşinin acısını kendi acısı bilir. Kardeşinin kederini kendi kederi görür. Bu bilinçle darda kalan kardeşinin yanında olur. Sıkıntıyla örselenen ruhuna dokunur, garipleşen yüreğine derman olur. Kardeşinin emaneti olan öksüz ve yetim yavrusuna uzanan bir şefkat eli, ona kol kanat geren bir koruyucu olur.
Muhterem Müminler!
İnanıyoruz ki her karanlık gecenin nurlu bir sabahı vardır. Yaşadığımız sıkıntılar da son bulacaktır Allah’ın izniyle. Zorluklara نِعْمَ الْمَوْلٰى وَنِعْمَ النَّص۪يرُ ، حَسْبُنَا اللّٰهُ وَنِعْمَ الْوَك۪يلُ “Allah bize yeter, O ne güzel vekildir. O ne güzel mevlâdır, O ne güzel yardımcıdır!”diyerek göğüs geren, Allah’a olan sevgisinden ve güveninden güç alarak daima dimdik duran aziz milletimiz, bu günleri de aşacaktır inşallah. Yeter ki bizler, imanımızın gereği umut ve güveni, birlik ve beraberliği, muhabbet ve samimiyeti kuşanalım. Rabbimize dayanarak, kendimize güvenerek, kardeşlerimizle yardımlaşarak bu zor günlerin üstesinden gelmek için çaba gösterelim.
Hutbemi Peygamber Efendimiz (s.a.s)’in bize öğrettiği şu duayla bitiriyorum: “Allah’ım! Sana yöneldik. İşimizi sana havale ettik. Umut ve huşu içinde sana sığındık.”
Camiden çıkan Müslümanlar kasabanın dört bir yanına dağılırken sanki ruhları tazelenmiş,tüm olumsuz hadiselere karşı tek yumruk olmuştu.