1821 yazında başlayarak yaklaşık 10 yıl devam edecek kan ve katliamlarla dolu süreç dönemin Padişahı Sultan II. Mahmud’un saltanatı devrine denk gelmişti. Olayların başlamasından önce,1818''de yapılan nüfus tahminlerine göre, Mora ve Orta Yunanistan'da 63.615''i Türk olmak üzere toplam 138.765 insan yaşamaktaydı.
Cumartesi günü, Ali Derviş Ağa'nın köşkünde son kez gördüğüm Hacı Efendi ile Süleyman Efendi hanında karşılaştım. Aradan geçen günler Hacı Efendiden çok şey götürmüşe benziyordu. Köşkte o gün gördüğüm yanakları tonton amcadan sanki eser yoktu. Üstü başı kirden eskimiş kırlaşmış sakalları ile absürt bir görüntü veriyordu. Başında ise nispeten yeni sayılabilecek kadife bir fes bulunuyordu. Beni görünce tanımamış olacak ki yanındaki adamla konuşmasını sürdürdü.
Sigara dumanı etrafı bir sis perdesi gibi saklıyor, yüzler sanki siluet halini alıyordu. Çayımdan son yudumu alırken Hacı Efendi’nin şimdilik gözden kaybolduğunu anladım. Onun oturduğu hasır iskemleye az önce Külhanbeyleri oturmuş yanındakilerle kaba saba bağrışarak konuşuyordu. Sonradan öğrendiğime göre Hacı Efendi, Handaki çay ocağında yatıyordu.
Ertesi gün kasabanın kütüphanesine gittim. Kütüphanenin bir köşesinde hiç ummadığım bir zamanda Sipahi Mehmet Ağayı gördüm. Yani başında yeşil kapağında ne kitabı olduğu yazmayan bir kitap bulunuyordu. Üzgün ve karamsar hali kütüphane pençesinde içeriye süzülen belli belirsiz cılız ışıkla ümit var bir hale dönüşüyordu. Suskun hali bir yıllık bir diyet borcu gibiydi.
Kütüphaneden çıkınca öğle ezanına dek Defter Emini Dilaver Efendi ile kasabadaki huzursuzluk ile ilgili bir takım sohbet ettik. Aslına bakılırsa bu sohbetten edindiğim izlenim kasabalıdan uzaklaştığım ve belki de bu huzursuzluğun etkisiyle olacak iç dünyama çekilmemle ilgiliydi. Belki de bu iç dünyama çekilmeme sebep Şahbanu'ya olan derin hislerimdi. Bunu geçen bir haftada daha da iyi anladım.
Pazartesi akşamı saat 18.00 civarı Gelorges'in meyhanesinde kimliğimi gizleyerek gittim. Meyhanenin dereye bakan kirli pencerenin dibindeki masaya geçip bir sandalyeye oturdum. Saz ekibi geceye sözsüz şarkılarla giriş yaptı. Meyhanenin bir köşesinde büyükçe bir masa kurulmuş ve Ettore, Iasonas, Achilleas, Nikias, Nefelli, Calliope ve Phaedra oturuyorlardı. Az önceye kadar sessizce sürdürdükleri anlaşılan konuşmaları, müziğin başlamasıyla birlikte yerini yerini dinlemeye bıraktı. Rumca olduğu belli olan ezgiye hiçbiri eşlik etmiştir lakin gözlerindeki öfkeli hali kendileri hariç diğer gelenler alıyordu. Derken Nikias ile Nefelli arasında yalvarmaya benzer bir bakışma oldu. Kaşla göz arasında da Nefelli, belinden çıkardığı tabancayla Nefelli müziğin orta yerinde vurdu. Kanlar içinde kalan Nefelli için her şey çok geçti. Zaptiye Çavuşu Sermet Bey ve beraberindeki askerler olay yerine gelerek Nikias'ı gözaltına aldılar. Ertesi gün ise Nikias idam edildi.
Olay içeriğini öğrendiğim kadarıyla Nikias, Nefelli'ye deliler gibi aşıktı. Aşkına tüm ısrara rağmen karşılık bulamamıştı. Aslında en ilginç olan şey ise Esma Hatun'un bunu biliyor olması ve bunu hiçbir zaman dile getirmemiş olmasıydı.
İki gün sonra Rum isyancıların meyhanedeki bu ölümle biten lakin romantik olarak gördüğü olaya ilgileri artmaya başladı. Gerçekleşen idamla birlikte Devleti Aliye'yi suçlamaları kasabada bekli de bir daha hiç ama hiç düzelmeyecek ayrılıkların fitilini ateşledi. Müslümanlar ve az sayıdaki Yahudiler için tehlike çanları çalıyor olmalıydı.
Kale komutanı Ömer Viryoli Paşa ve Mora Valisi Dramalı Mahmud Paşa'nın sıkı tedbirlerine rağmen isyancıların sayısında her geçen gün artış yaşanıyor Tripoliçe ve Mora'nın tüm Müslüman sakinleri büyük bir soykırım ile karşı karşıya bırakılıyordu.
Tripoliçedeki isyan hareketi Ettore'nin öncülüğünde Iasonas,Achilleas,Calliope ve Phaedra tadından yerli Rumların da katılımıyla başladı. İsyancı grup önce civar köy ve kasabalarda büyük katliamlar gerçekleştirdi.
Ettore, Iasonas, Achilleas, Calliope ve Phaedra'dan oluşan isyancı grubu azledilen zaptiye çavuşu Şahsuvar beyi bir suikastle öldürdüler. Evini de ateşe verdiler.Ertesi gün ise henüz bu olay tüm tazeliğini korurken bu kez de Esma Hatun'un üvey ağabeyi Selas, Zaptiye
müdürlüğünde katip olarak çalışan Salim efendiyi şehit etti. Gece kararınca barbar rumlar kasabanın su kuyularını zehirlediler. İlerleyen saatlerde bu sulardan içen Müslüman ahaliden çok sayıda kişinin zehirlenerek vefat ettiğini üzülerek öğrendim. Rumlar neredeyse Türklerden kalan bütün dükkân ve özel mülkleri yağmalamıştı. Kasabada işler kontrolden çıkıyor ve güven iklimi sona ermek üzereydi.
Sabah saatlerine doğru Mora valisi Dramalı Mahmud Paşanın emriyle ve kale komutanı Ömer Viryoli Paşa'nın gözetiminde Müslüman ahali ve az sayıdaki yahudiler de kaleye doğru alınmaya başlandı. Süleyman Efendi hanında başlayan yangın kasabayı yavaş yavaş yutuyordu. İsyancıların son hedefi Moralı Beşir Ağa Camii imamı imameddin Çelebi oldu ve üzerine kızgın yağ dökülen bu mübarek zat şehit edildi.
Kaledeki günlerimiz de daha ilk anlardan itibaren kötü bir hal almaya başladı. Erzak ve içecek suyumuz son derece kıttı. Kadınlar, çocuklar ve yaşlılar büyük bir korku ve endişe ile Devleti Aliye'den yardım gelmesini umuyordu.
Kale komutanı Ömer Viryoli Paşa ve beraberindeki kahraman Türk askerleri, topları kalenin burçlarına yerleştirmiş ve ateş emrini bekliyorlardı. Barbar rumlar ise cılız bir taarruz ile kalın kale kapısını yıkacaklarını sandılar. Defterdar emini dilaver Efendi ile Dizdar Hasan Paşanın kesilmiş başları bir çuval içinde kaleden içeri atıldı. Bu manzara karşısında herkes derin bir üzüntüye kapıldı. Ali Derviş Ağanın köşkünden tanıdığım Kahya Galip de şehit oldu.
Kale komutanı Ömer Viryoli Paşanın ateş emri ile ateşlenen toplar kalabalık bir isyancı grubu yok etti. Bunlar arasında Ettore, Iasonas, Achilleas, Calliope ve Phaedra gibi hainler bulunuyordu.
Kale yoğun top atışına maruz kalıyordu. Akşama doğru top ateşi kesilince bu kez de kale civarında ateşler yakan barbar rumlar, yoğun dumanın kaledekileri boğmalarını bekliyorlardı...
Ertesi gün yoğun ateş altında bulunuyorduk. Son patlama ile büyük bir yara aldım. Sıcak kan vücudumdan yavaş yavaş çekiliyor, bilincimin kapanmaya başladığını hissediyordum. Son gördüklerim ise başucumda ağlayan Esma Hatun, Şahbanu ile annesiydi. Navarin yolculundan tanıdığım Kasım Kaptan ve eşi Afife hanımı da belli belirsiz görüyordum.
1821 yazına gelindiğinde Türklerin tamamı öldürülmüş veya yaşadıkları topraklardan kaçmak zorunda bırakılmışlardı.
"10 bin üzerinde Türk öldürüldü. Paralarını sakladığı şüphe edilen tutsaklar işkence edildi. Kolları ve bacakları kesildi ve ateşin üzerinde yavaş yavaş kızartıldılar. Hamile olan kadınların karınları kesildi, kafaları kesildi ve köpek kafaları bacaklarının arasına sokuldu. Cumadan pazara kadar hava çığlık sesleriyle doluydu.... Bir Yunan 90 kişiyi öldürdüm diye övünüyordu. Yahudi topluluğu sistemli bir şekilde işkenceden geçirildi.... Haftalarca aç bırakılan Türk çocukları çaresiz yıkıntıların arasında koşarken Yunanlar tarafından yere atıldılar sonra vuruldular.... Su kuyuları cesetlerle dolduruldu..."
"Yunanistan'daki Türkler arkalarında az iz bıraktılar. 1821 ilkbaharında dünyanın geri kalanı tarafından arkalarından gözyaşı dökülmeden ve farkedilmeden aniden yok oldular. Bir zamanlar Yunanistan'ın bütün ülkenin etrafına dağılmış büyük bir Türk nüfusuna sahip olduğuna bile inanmak zordu. Bu ailelerin arasında varlıklı çiftçiler, tüccarlar, memurlar yaşıyordu ve yüzlerce yıl boyunca burada yaşamış ve buraları kendi yurtları olarak kabul etmişlerdi... Kasıtlı ve acımasızca öldürüldüler ve hiçbir zaman pişmanlık gösterilmedi."
Yunanlar kendi kapı komşularına kadar Navarin’in de içinde olduğu Mora Yarımadası’nda öldürmedik tek Türk bırakmadılar. Hatta İngiliz yazar William St Clair “That Greece Might Still Be Free” isimli kitabında bu katliamları şu sözlerle anlatmıştır:
“Onlar ansızın ve tamamen 1821 yazında yok oldular. Bu yok oluş tüm dünyanın gözlerinden uzak oldu ve arkalarınca ağlanmadı.20 binden fazla yaşlı, erkek, kadın, çocuk Türk; kendi komşuları Yunanlar tarafından birkaç hafta içinde öldürüldüler. Bu katliam acımasızca ve tereddütsüz hayata geçirildi. Yunan güçleri, kadınların üzerine ateş açtı.
Bebekler kayalara vurularak öldürüldü. Üç-dört yaşındaki çocuklar denizde boğularak katledildi. Ele geçirilen Türk erkekler derhal öldürülüyor, kadınlarla bazı çocuklar köle olarak âsilere dağıtılıyor, ama daha sonra onlar da öldürülüyorlardı.”
Mora’daki katliamdan sorumlu Yunan komutan Teodoros Kolokotronis, anılarında 20 bini Türk olmak üzere 35 bin kişinin katledildiğini yazdı. Kolokotronis, katledilen Türklerin cansız bedenleri yüzünden atının nallarının toprağa değemediğini söyledi. Mora’daki katliamların ilki ise Navarin’de yaşandı. 19 Ağustos 1821 günü 4 bin 951 kişilik Türk vahşice katledildi. Bununla birlikte tüm Mora’ya yayılan katliamlar dizisinde tüm Mora’da Türk adı yarımadadan silindi. Kayıtlara göre katliamlarda binlerce Yahudi’de katledildi.
Üç gün boyunca şehrin sakinleri, bir vahşi çetenin kötülüğüne ve keyfine bırakıldı. Yaş ve cinsiyet ayrımı yapılmadı. Kadınlar ve çocuklar, öldürülmeden önce işkencelere tabî tutuldu. Katliam o kadar büyüktü ki, Kolokotronis kapıdan hisara kadar atının ayaklarının yere hiç dokunmadığını söyledi. Kadınların ve çocukların bulunduğu Müslüman kitleleri, yakınlardaki dağlarda sığır gibi doğrandı.
Triopoliçe Katliamı
23 EYLÜL 1821
Yunanlar Mora''da son kale olan Tripoliçe’de 10 bin Türk’ü katletti.
Tarihçi William St. Clair Tripoliçe’deki katliamı ise şu sözlerle anlatıyor:
“10 bin üzerinde Türk öldürüldü .Tutsaklara işkence edildi. Kolları ve bacakları kesildi.
Hamile olan kadınların karınları kesildi. Bir Yunan, “90 kişiyi öldürdüm” diye övünüyordu.
Kasıtlı ve acımasızca öldürüldüler, hiçbir zaman pişmanlık gösterilmedi."
Kısa sürede genişleyen bu isyanı bastırması için, başarılı olduğu takdirde Mora ve Girit valilikleri vaat edilen Mısır Valisi Kavalalı Mehmed Ali Paşa görevlendirildi.
Kavalalı Mehmed Ali Paşa, oğlu İbrahim Paşa komutasındaki kuvvetli bir ordu ve donanmayı Mora''ya gönderdi ve isyanın bastırılmasını sağladı. Yunan İsyanın bastırılması Avrupa''da büyük üzüntü yarattı.Ayrıca Mora ve Girit''in Kavalalı Mehmed Ali Paşa''nın eline geçmesi İngitere''nin işine gelmemişti.
Mora Yarımadası’nda ve Tripoliçe’de katledilerek tarihten silinen Türkler, toplumsal belleğimizde hak ettikleri yere sahip değillerdir. Mora Türklerinin yaşadığı bu büyük dram unutulmuştur. Hâlbuki Yunanistan, 1821 sürecini bağımsızlığının ve milli bilincinin en önemli unsuru olarak canlı tutmaktadır. Hatta Tripoliçe şehrinde 40 bin masum insanın katledildiği vahşete övgü içeren bir şiir, Yunanistan Devleti’nin ve Güney Kıbrıs Rumlarının milli marşı olarak kabul edilmiştir. Aslında bu durum Türk-Yunan ilişkilerindeki
açmazlar değerlendirilirken, yalnızca günümüzün hukuki, politik, ekonomik ve askeri bakış açılarının yeterli olmayacağını göstermektedir. Bazen üzerinden yüzlerce yıl geçmiş travmalar, dinmeyen acılar ve zaferlere dair imgeler, algılar, düşünceler, duygular, bunlara dayanan ruhsal etkiler kuşaktan kuşağa aktarılmakta ve ilişkileri derinden etkilemektedir. Bu çalışmada üzerinden iki asır geçen Tripoliçe katliamında yaşananlar gün yüzüne çıkarılmaya çalışılmıştır.
Nihayet hazırlıklarını tamamlayan isyancılar Ağustos 1821 itibariyle Tripoliçe şehrini tamamen kuşatmışlardır. Bu esnada şehirde savunma için 3500 Osmanlı askerinden başka 2000 kadar da ücretli Arnavut savaşçı bulunuyordu. Her ne kadar Tarihçi Ahmed Cevdet Paşa, şehrin zamanında ve yeterli miktarda kuvvetle takviye edilememesi nedeniyle Serasker Hurşid Ahmed Paşa’yı hatalı bulmaktadır ve onu düşmanı küçük görmekle suçlamaktadır. Cevdet Paşa, Hurşid Paşa’nın isyan eden Mora Rumlarını sille ve tokatla yola getirilebilecek eski reaya zannettiğini, hâlbuki onların Avrupa’dan destek görerek büyük hazırlıklar yaptıklarını ifade etmiştir. Bu şartlarda Tripoliçe şehrinde dış dünya ile ilişkileri kesilen Türkler ve Yahudiler, tarihin en büyük katliamlarından birinin eşiğine gelmiş durumdaydılar. Şehir, çok sayıda Rum isyancı ve yağmaya gelenler tarafından tamamen kuşatılmış durumdaydı. Rumlarla beraber Avrupa ordularında general düzeyinde görev yapmış ve etkili cephaneye sahip gönüllü askerler kuşatmaya destek vermekteydi. İsyancıların etkili menzile sahip top ve havanları Tamamen kuşatılan Tripoliçe’ye üç ay boyunca dışarıdan hiçbir destek sağlanamadığı için ciddi gıda sıkıntısı yaşanmaya başlamıştır. Son çare olarak kuşatmanın yarılması amacıyla bir askeri operasyon planlanmıştır. Bu amaçla Osmanlı ordusundan Bayram Paşa komutasında takviye bir askeri kuvvet hazırlanmış ve Tripoliçe’ye sevk edilmiştir. Ancak bölgeye ulaşan Bayram Paşa birlikleri, çok sayıdaki Rum isyancı karşısında yenilgiye uğramış ve geri çekilmek zorunda kalmıştır (7 Eylül 1821). Bu sırada Rumlar, şehirdeki direnci kırmak için bazı teşebbüslere başlamışlardı. Mesela Badra’dan Tripoliçe’ye sığınan bazı Müslümanlarla gizlice haberleşmekteydi. Hatta Badralılar’dan bazıları memleketlerine dönmek vaadiyle kandırılmıştı. Bu vaade inanan bazı Müslümanlar kaleden ayrılmış, ancak isyancılar bunların tamamını katletmişlerdir. Bayram Paşa’nın yardım teşebbüsü başarısız olunca şehirdeki durum daha da vahim bir noktaya ulaşmıştır. Başta Hurşid Paşa olmak üzere Mora Eyaleti idarecileri şehre erzak ulaştırmak için gayret göstermişler, durumun fecaati hakkında İstanbul’a yazılar göndermişlerdi. Hatta bölgeye yardım ulaştırmak için gemiler kiralanarak Mısır’dan erzak getirilmeye çalışılmıştı. Fakat bu gayretler başarılı olamamıştır. Eylül ayı sonlarına gelindiğinde Tripoliçe halkı açlık, susuzluk ve hastalıklar karşısında tükenmiş durumdaydı. Her gün yüzlerce kişi açlıktan hayatını kaybediyordu. Şehirde ev ve sokaklar gömülmesi geciken cesetlerle doluydu. Bu zorluklar yetmezmiş gibi isyancılar şehre yönelik bombardımanı şiddetlendirmişlerdi. Bu durumda dışarıdan yardım alma ümidi kalmayan Müslümanlar, isyancılarla teslim şartlarını görüşme kararı vermişlerdir. Nihayetinde Rum isyancı önderleri ile yapılan görüşmeler olumlu sonuçlanmış ve bir tahliye anlaşması yapılmıştır. Bu tahliye antlaşmasına kuşatmadaki bütün Rum çete liderleri imza atmıştı. Buna göre Tripoliçe’deki Türklerin İzmir’e nakledilmeleri karşılığında 40 milyon kuruş (1,5 milyon Sterlin) ödenecekti. Türkler önce Guston iskelesine, ardından Arnavutluk sahillerine nakledilecek ve oradan da İzmir’e ulaştırılacaklardı. Şehirdeki Türk idareciler isyancı Rumlarla bu tahliye anlaşmasını yaparken, beklenmedik bir gelişme felaketin kapılarını açacaktır. Şöyle ki Rum çeteleri ile tahliye müzakereleri yapılırken şehirdeki Arnavut askerlerin lideri Elmas Bey de isyancı önderlerinden Theodoros Kolokotronis’in adamları ile ayrıca görüşmeler yapmıştı. Bu görüşmeler de olumlu sonuçlanmış ve isyancılarla Arnavut askerler arasında farklı içerikte bir anlaşma yapılmıştı. Buna göre Elmas Bey ve adamları sağ salim Yanya’ya götürülecekti. Elmas Bey, bu anlaşma sonrası kale kapılarını 5 Ekim 1821 günü açmış ve dışarı çıkmıştır. Fakat kale kapısı açılınca Rum isyancılar anî bir baskınla şehre girme fırsatı bulmuşlardır. Bazı Müslümanların cesurca karşı koymalarına rağmen isyancı Rumlar Tripoliçe’yi kolaylıkla ele geçirmişlerdir. Tripoliçe’de Türk ve Yahudi Katliamı (5 Ekim 1821) Rum isyancılar, 5 Ekim Cuma günü, yani Müslümanlar için kutsal olan bir günde Tripoliçe şehrine girmişlerdir. Şehrin düşmesiyle Mora İsyanı boyunca yaşanan en büyük katliamlardan biri gerçekleşmiştir. Şahit olanların kanını donduran bu katliamda, şehirdeki 40 bin Türk ile Yahudi vahşice öldürülmüştür. Şehre giren isyancılar ilk olarak kuşatma boyunca Türklere moral veren Tripoliçe Kadısı Halim Efendi’ye işkence yapmışlar ve üzerine yağ bulayarak yakmışlardı. Kin ve öfke dolu Rum çeteleri, üç gün boyunca kadın, çocuk ve bebek demeden vahşice katliam yapmışlardır. Rumlar öfkede o kadar ileri gitmişlerdi ki Türk mezarlığını kazıp, cesetleri ve kemikleri dahi çıkararak yakmışlardı. Şehir, paslı çivilere kadar yağmalanırken çok sayıda Türk kadını ve çocuğu esir alınıp, çete üyeleri tarafından ganimet olarak paylaşılmıştı. Bu arada şehirde bulunan üst düzey idareci aileleri de fidye için rehin alınmıştı. Tripoliçe’de yaşanan bu büyük vahşeti bir nebze yansıtması adına, isyancı liderlerden Theodoros Kolokontoris’in hatıralarında yer verdiği, şehre girdikten sonra hükümet konağına kadar atının ayaklarının cesetler üzerinde giderek hiç toprağa basmadığını söylemesi yeterli olacaktır. Tripoliçe şehri barbar Rum çete üyeleri tarafından günlerce yağmalanmıştır. Tripoliçe yağmasının en büyük kazananı Kolokotronis olmuştur. Hatta Kolokotronis’e ganimet avcısı lakabı takılmıştır. Yağmanın boyutunu anlayabilmemiz için ise katliama katılan Manyalı Petros Movromihalis’in payına düşen ganimeti 20 katır ve 2 deve ile ancak taşıyabildiğini belirtmemiz yeterli olacaktır. Tripoliçe’de Türk mallarının yağmalanması, ganimet paylaşımından kaynaklanan çekişmeler, köle ve cariye yapılan Türk kadınlarına dair tartışmalar sonraki dönemlerde dahi Yunan siyasetinde ve toplumunda gündem olmuştur.
Tripoliçe’nin 5 Ekim 1821’de düşmesi ve şehirde yaşanan katliam hakkında Anabolu tarafından gelen Yusuf Ağa’nın takdim ettiği yazı. Tripoliçe’deki katliama ve yaşanan vahşete dair tanık olanların kaleminden bazı bilgilere aşağıda yer verilecektir. Fakat öncelikle bu kadar büyük bir vahşetin yaşandığı Tripoliçe şehrinde olanlar hakkında ve genel olarak isyanda Türk varlığının tamamen silindiği Mora Yarımadası’ndaki katliamlara dair dönemin Osmanlı kaynaklarında neden fazla bilgiye rastlanılmadığı sorusunun cevabını aramamız gerekir. Bu sorunun cevabı dönemin Osmanlı tarihçisi Ahmed Lütfi Efendi tarafından açıklıkla verilmiştir. 1866’da Vakanüvis olan ve 1825-1879 yılları arasındaki gelişmeleri kaleme alan Lütfi Efendi, Mora İsyanı olaylarını aktarırken, Sultan II. Mahmud ve dönemin devlet adamlarının kamuoyundan gelecek tepkileri dindirmek, başta İstanbul olmak üzere imparatorluğun birçok bölgesinde Türklerle birlikte yaşayan Rumlara yönelik şiddet eylemlerini önlemek amacıyla Mora’da katledilen Müslümanlara dair haberleri gizlediklerini ifade etmiştir. Lütfi Efendi, isyanın daha ilk günlerinde Mora’da en az 35 bin Türk’ün katledildiğinin devlet tarafından bilindiğini yazmaktadır. Bu hususları dikkate alan Lütfi Efendi, isyana dair olaylar yazılırken Rumların kayıplarının dile getirilip, Müslümanlardan hiç bahsedilmemesinin ileride vatana ve devlete zarar vereceğini, Rumların haklı gibi algılanacaklarını öngörerek, bu gizleme politikasının yanlışlığına vurgu yapmıştır. Ahmed Lütfi Efendi, hadiselerin tek taraflı değil, her yönüyle ortaya konulmasının önemine değinerek, olayların yaşandığı esnada görmezlikten gelinmiş olsa bile Mora’da isyan boyunca Rumların Müslümanları yok ettiklerini, hamile kadınların karınlarındaki ceninlere varana kadar envaı zulümlerle idam edip ateşe attıklarını, isyancıların böyle nice kadın ve çocuğu yok ettiklerini, sağ kalanların vatanlarından sürüldüklerini, böylece kısa bir süre içinde koca Mora bölgesindeki bütün Türklerin perişan oldukları gerçeğini aslında herkesin bildiğini dile getirmektedir. Lütfi Efendi, daha sonraki dönemlerde devletin isyancı Rumlara karşı gösterdiği şiddetin arkasında Mora’daki Müslümanların çoluk çocuk katletmesinin ve nice zavallı Türk’ün akla gelmeyecek işkencelerle öldürülmesinin olduğuna da yer vermiştir. Mora’da ve Tripoliçe’de katledilen Türklerin sayısı hakkında kaynaklarda birbirinden farklı rakamlar zikredilmektedir. Bazı Yunanlı ve Avrupalı kaynaklarda ölümler çok az gösterilmekte ve vahşetin boyutları önemsizleştirilmektedir. Kuşkusuz Mora İsyanına dair arşiv belgelerinde ve konuyu ele alan kaynaklarda isyan boyunca ne kadar Türk’ün katledildiğinin kesin bir rakamına ulaşmak mümkün değildir. Bunun sebebi, isyanın başladığı tarihlerde Osmanlı Devleti’nde düzenli nüfus verilerinin bulunmamasıdır. Klasik dönem boyunca bölgede vergi ve askerlik için yapılan yazımlarda belli yaşın üstündeki erkeklerin kaydı tutulmuştu. Bu nedenle 1821 isyanı öncesi ve sonrası için tam ve kesin olarak bir nüfus verisi mukayesesi imkânı bulunmamaktadır. Buna rağmen bölgedeki Türk nüfusuna dair güvenilir bazı rakamlar mevcuttur. Mesela Yunanlı yazar Emile Y. Kolondy, 1821 isyanı başladığında Mora’daki Türklerin toplam sayısını 90.800 olarak vermektedir. Yazara göre Eğriboz Adası’nda da 7.163 Türk yaşamaktaydı. O döneme ait Osmanlı Türkçesi bir yazma eserde Mora’daki şehirlerin hane üzerinden nüfus bilgilerine yer verilmiştir. Buna göre isyandan yaklaşık on yıl öncesinde Tripoliçe’de 2000 yerleşik Türk hanesi bulunuyordu47. N. J. Svoronos tarafından kaleme alınan ve Yunanistan’ın 1821–1838 arasındaki nüfus değişimini gösteren eserde ise 1821 tarihi itibariyle toplam 938.765 olan nüfusun, 1838’de 752.077’ye kadar düştüğü tespiti yapılmıştır. Kuşkusuz bu on yedi yıl içinde Yunanistan’ın nüfusundaki 200 bine yakın eksilmede en büyük pay yok edilen Mora Türklerine ait olmalıdır. Yunanistan’ın 1830’da bağımsızlığını kazanmasından çok kısa süre önce Mora’yı ziyaret ederek misyoner faaliyetlerde bulunan ve gözlemlerini kaleme alan rahip Rufus Anderson, nüfusa ve bölgede yaşananlara dair önemli bilgiler aktarmaktadır. Rahip Anderson, güvenilir Yunanlı otoritelere dayandırdığını ifade ettiği bilgilere göre, isyan öncesinde Mora’da 80 binden fazla Türk’ün yaşadığını, 1829 itibariyle bunların yok edilmek ve sürülmek suretiyle hiç Yunanistan’daki ders kitaplarında Tripoliçe’de olanlar hakkında çok kısa bilgiye yer verilmiştir. Yunanlı tarihçiler arasında, öldürülen Türk ve Yahudi sayısının abartılı olduğu görüşü yaygındır. Buna rağmen şehirde yaşananları vahşet olarak kabul eden Yunanlı tarihçiler de bulunmaktadır. Mesela Yannis Kolatos, Tripoliçe kuşatması sonrasında Rumların bir katliam yaptıklarını belirtmektedir. Tarihçi K. Yannis ise Tripoliçe’de olanları Mora İsyanının en karanlık olayı olarak tarihe geçtiğini ifade etmektedir. Tarihçi Apostolos E. Vakalopulos, Tripoliçe’deki vahşeti şu cümlelerle tarihe mal etmiştir: “Tüfek, yatağan ve her türlü ölümcül alet, yaşlı, kadın ve hatta küçük çocuklara bile merhamet göstermeden kullanılıyordu. Esirler, yüzyıllar boyunca kendilerine yaptıkları kötülüğün bedelini, Tiranlarına aynı yöntemle ödetiyorlardı”. Vakalopulos, yapılan vahşeti kabul etmekle birlikte, Türklerin yüzyıllar boyunca Rumları sindirmek için giriştikleri katliam ve işkencelerin Rumlarda nefret ve intikam duygusuna sebep olduğunu, Rumların içlerinde biriken nefretin onları amansız bir vahşiliğe sevk ettiğini öne sürmüştür. Vakalopulos bu değerlendirmesi ile katliam suçunu katledilenlere yüklemiş oluyordu. Tripoliçe’de katledilen Türklerin sayısını 10 bin olarak kabul eden tarihçi Dimitris Stathakopulos da yaşanan vahşete gerekçe üretmiştir. Ona göre, milli bir tehlike karşısında insani duygular bir kenara bırakılmaktaydı ve savaşın kuralları yoktu. Ayrıca Rum askerlerin tek geçim kaynağı olan ganimet ve yağma, 19. yüzyılda gayri ahlaki bir olay olarak görülmüyordu. Stathakopulos, Mora’daki birçok kuşatma esnasında Türklerden silahlarını bırakarak teslim olmalarının istendiğini, Türklerin teslim olmak bir yana aynı çağrıyı Rumlara yaptıklarını, bunun sonucunda da öldürüldüklerini belirtmektedir. Yazar, isyancıların Türklere ve işbirlikçi Hristiyanlara karşı çok acımasız olduklarını, bunun sebebinin Rumların Osmanlı kadın ve çocuklarına uyguladıkları şiddetin nedeni, kendi kadın ve çocuklarına Türklerin yaptıklarının karşılığı olması idi. Stathakopulos, Tripoliçe kuşatması esnasında şehirdeki Yahudilerin tümünün öldürülmesinin sebebi olarak İstanbul’daki Yahudilerin Rumlara karşı tutumlarını ve idam edilen İstanbul Rum Patriğinin cesedine yaptıkları saygısızlığı gerekçe göstermiştir. Yunanistan’ın önemli tarihçilerinden Spiridon Trikupis, Tripoliçe şehrinde yaşananları şu cümlelerle nakletmiştir: “Mora’nın başkentinin fethedildiği gün felaket, yangın, yağma ve kan günüydü. Erkekler, kadınlar ve çocuklar hepsi öldüler. Bazıları öldürüldü, bazıları şehri saran alevlerin içine atıldılar, bazıları ise yanan evlerin kalıntıları ve çatıları altında kaldılar. İntikama susamışlık, doğanın sesini bastırıyordu. Yollarda, meydanlarda, her yerde bıçaklama ve ateş sesi, yangın nedeniyle çöken evlerin uğultusu, öfke çığlıkları ve ağıtlar duyuluyordu. Yerler cesetlerle doldu ve orada dolaşan yaya ve süvariler sadece ölmüş veya ölmek üzere olanların üzerine basıyorlardı. Sanki Rumlar dört yüz yıllık haksızlığın intikamını bir günde almak istiyorlardı”. Tripoliçe’de yaşanan vahşete dair en çarpıcı tespiti tarihçi Dimitris Lithoksu yapmıştır. Lithoksu dönemi yazarken, Tripoliçe kelimesinin soykırım ile eş anlamlı olarak kabul edilebileceğini açıkça ifade etmiştir. Yunan milli şairi Dionisios Solomos’un Tripoliçe’de yaşananlara da yer verdiği şiiri Yunanistan’ın milli marşı olmuştur. Solomos’un dizeleri, şehirdeki katliamı ve vahşeti, öğrenmemize yardımcı olmaktadır.
Fransız Persat anılarında, kuşatma esnasında Tripoliçe’de bulunduğunu, ancak bir süre için ayrıldığını ve şehrin düşmesinden 8 gün sonrası tekrar gelerek olaylara şahit olanlardan katliam hakkında bilgi edindiğini yazmaktadır. Persat, Tripoliçe’den önce Korint, Anabolu, Patras, Modon, Koron ve Navarin’de Rumların katliamlar yaptığını ve canlarını kurtarmaya çalışan insanların Tripoliçe’ye sığındığını da doğrulamaktadır. Şehrin surları ve savunma tertibatı hakkında bilgi veren Persat, zor şatlarda aylarca direnen halkın, açlık nedeniyle teslim olmayı kabul ederek zalim Rum liderlerin insafına güvenmek suretiyle büyük talihsizlik yaşadıklarını ifade etmektedir. Rum başıboş çetelerinin lideri olarak tanımladığı Kolokotronis hakkında da bilgi veren Persat, bölgede yaşam ve ölüm kararlarının onun tarafından verildiğini belirtmektedir. Tripoliçe’nin düşmesinden sonra gördüklerini anlatan Persat, şehrin kısmen yıkıldığını, sokakların her yaştan ve cinsiyetten insan cesetleri ile dolu olduğunu ifade etmektedir. Persat, böyle bir dehşet ortamında kalamadığı için Dimitris İpsilantis’in yaveri İskoçyalı Albay Thomas Gordon’un verdiği bir çadırı alıp uzakta kamp kurduğunu anlatmaktadır. Persat, şehirde yaşanan bütün vahşeti Gordon’un sadık askeri olan Ermeni asıllı John’dan dinlemişti. Şehre giren ve çocuk ve kadınlar dâhil katliam yapan Rum çete liderlerinin aldıkları ganimetleri aktaran Persat, isyancıların kadın önderlerinden vahşi lakaplı Laskarina Bouboulina’nın yerleştiği bir evin avlusunda her cinsiyetten 200 ila 300 Türk’ün kesilmiş kafasını gördüğünü, muhtemelen bu katliamı onun yaptığını düşündüğünü yazmaktadır. Persat, şehri yağmalayarak zengin olan Rumların atlara ve katırlara yükledikleri her türlü ganimetlerle köylerine dönmeye başladıklarını ifade etmektedir.
Rum isyanının önderlerinden ve daha sonraki yıllarda Yunan siyasetinin önemli figürlerinden biri olan Theodoros Kolokotronis’in anılarında da önemli ayrıntılar bulunmaktadır. Tripoliçe kuşatmasını organize eden Kolokotronis’in hatıraları 1846 yılında Rumca basılmıştı. Hatırat 1892’de İngilizceye çevrilerek, biyografisi ile birlikte yayınlanmıştır. İsyan boyunca birçok katliama imza atan Kleftlerin lideri olan Kolokotronis, Mora İsyanının başlamasından önceki durumunu ve isyanın patlak vermesi ardından askeri faaliyetlerini, Türklerle yaptığı savaşları ve katlettikleri Türkleri, isyancı çeteler arasındaki iç çekişmeleri, Avrupalıların bölgedeki etkisini ve Rumlar ile Rum savaşçılar hakkındaki görüşlerini dile getirmiştir. Kolokotronis kotronis, kuşatma öncesi yaşananları, Mora’da katliamlardan kaçan Türklerin Tripoliçe’ye sığınmalarını, bunlara yol boyunca yapılan saldırıları günbegün anlatmıştır. Tripoliçe’nin 15 Ağustos 1821 tarihi itibariyle tamamen kuşatıldığı bilgisini veren Kolokotronis, şehrin dışarıdan yardım alma imkanının kalmadığını da belirtmekteydi. Kolokotronis, şehirdeki katliama dair çarpıcı ayrıntılara değinmiştir. Kolokotronis, Tripoliçe’nin 5 Ekim 1821’de düşmesinden sonra Cuma’dan Pazar’a kadar yapılan katliamlarda kadın ve çocuklar dahil 32 bin kişinin öldürüldüğünün rapor edildiğini açıklıkla yazmaktadır. Katliama katılan bir Rum’un 100 Türk’ü öldürmekle övündüğünü anlatan Kolokotronis, şehirdeki bir kısım halkın esir alındığını doğrulamaktadır. Kolokotronis, katliamın üçüncü günü geldiği Tripoliçe’ye girişini anlatırken “Şehir surlarından hükümet sarayına kadar, atımın ayağı yere değmeden cesetler üzerinde gittim” sözlerini kullanmaktadır. Şehre girdikten sonra bir çınar ağacında çok sayıda idam edilmiş kişi gördüğünü aktaran Kolokotronis, bunların Türkler olduklarını öğrendiğini kaydetmektedir. Tripoliçe katliamı hakkında önemli bilgiler veren bir diğer eser, isyanın lideri Dimitris İpsilantis’nin yaveri olan ve Mora’daki Avrupalı gönüllüleri organize eden Albay Thomas Gordon’a aittir. İskoçyalı Gordon, bizzat katıldığı ve birçok mezalime şahit olduğu Rum isyanına dair gözlemlerine yer verdiği ve 1832’de basılan iki ciltlik kitabında, Tripoliçe’de yaşanan vahşete değinmiştir. Gordon, şehrin kuşatılması sürecini, yaşanan çatışmaları, Arnavut askerlerin komutanı Elmas Beyin tavrını, şehrin ele geçirilmesi sonrasındaki Türk ve Yahudi katliamı ile yapılan yağmayı doğrulamaktadır. Gordon, kin ve öfkeden deliye dönmüş haldeki Rum çetelerin hangi cinsiyette ve hangi yaşta olurlarsa olsun şehirdeki herkesi katlettiklerini, evlerin ve sokakların kan gölüne döndüğünü, sokakların ceset yığınları nedeniyle kapandığını nakletmektedir. Gordon, şehirdeki Osmanlı hükümet konağında bulunan seçkin kimselerin rehin alındıklarını, Kolokotronis ve diğer liderlerin katliam başladıktan sonra at sırtında şehre gelerek düzeni sağlamak için beyhude çabaladıklarını dile getirmektedir. Acımasızlıkta sınır tanımayan ve kötülük yapmak için insanüstü gayret sarf eden Rum barbarların Müslümanlardan intikam almak duygusuyla hareket ettiklerini ifade eden Gordon, yakılan konak ve evler Humphreys, Tripoliçe’nin 5 Ekim 1821’de düşmesi sonrası yaşananları katliam olarak tanımlamakta ve genel olarak şu bilgileri vermektedir: “Kadın ve çocuklar dahil katliamda 10 bin Türk öldürülmüştür; Şehre giren barbarlar geç saatlere kadar bütün evleri dolaşarak yaş ve cinsiyet ayırmadan katliam yapmışlardır; Şehirde ateş, kurşunlar, acı çığlıklar ve terörden oluşan korkunç anlar yaşanmıştır; Tripoliçe’den sabahlara kadar çığlık sesleri yükselmiştir; İsyancı çeteler evleri ve savunmasız kurbanları diri diri yakmışlardır; Rum isyancılar şehirdeki pencere ve kapılarda bir tane kilit bile kalmayacak biçimde yağmalamışlardır; en fazla ganimeti Kolokotronis almıştır
Humphreys, yaklaşık 2 bin kadın ve çocuğun şehir dışında bir kampa sığındığını, barbar Rum isyancıların yağmanın üçüncü gününde şehirde yeterince katliam yapamadıklarını düşünüp, bu kampa giderek vahşice kan döktüklerini yazmaktadır. İsyancılar ilk önce kamptaki bu kurbanları soyup bir çukurda vurmayı düşünmüşler, ancak kana susamış oldukları için zaman kaybına tahammül edemeyip hemen masumların etrafını sararak kadınları, çocukları ve annelerin kucağındaki bebekleri bile katletmişlerdi. Humphreys, bu katliam sırasında küçük Türk çocuklarının canlarını teslim ettikleri ana kadar metanetlerini koruduklarını, katillerinden korkmadıklarını ve infial gösterdiklerini yazmaktadır. Humphreys, şehirde olaylara şahit olan bazı Avrupalıların ve bölgedeki yerleşik Rumların yaşanan vahşete tepki gösterdiklerini, buna karşın Rum çetelerin cevap olarak, Türklerin cezalarını çekme zamanının geldiğini, Türkler için en uygun celladın kendilerinin olduğunu söylediklerini ve Türklerin kendilerine yaptıklarından fazla bir şey yapmadıkları gibi bahaneler uydurduklarını ifade etmektedir. Rumların bu cinayetleri işlerken hiç suçluluk emaresi göstermediklerini, Türkleri baskıcı olarak gördüklerini ifade eden Humphreys, Rumların Türkleri şeytanlaştırarak, gösterdikleri öfkeye, vahşete ve zalimliğe gerekçe ürettiklerini belirtmektedir. Öğrendikleri karşısında hayal kırıklığı yaşayan Humphreys, Rumların güç ellerine geçince en az Türkler kadar barbar olabileceklerini gösterdiklerini, kurbanlarına uyguladıkları korkunç işkencelerden aldıkları zevk ve neşe, onların ellerine fırsat geçince ne kadar vahşi olabileceklerini ispat ettiğini ifade etmektedir. Humphreys, Rumların şehirdeki Yahudilerden en az Türkler kadar nefret ettiklerini, Yahudilerin Türklerle aynı vahşi kaderi paylaştıklarını, işkence ile öldürülen Yahudilerin kol ve bacaklarının kesildiğini ve bunların yavaşça ve yanarak ölmeleri için altlarında ateş yakıldığını, Yahudi kadınların kafalarının kesilip yerine köpek başı konulduğunu ve Yahudi mallarının yağmalandığını yazmaktadır. Humphreys, katliam bittikten sonra şehrin sokakları ve yıkıntıları arasındaki çok sayıda cesedin kaldığını, yayılan kokunun giderilmesi ve hastalık riskinin oluşmaması amacıyla şehrin temizlenmesine karar verildiğini, İpsilantis’in bu temizlik işi için elinde esir bulunan 300 Türk’ü görevlendirdiğini yazmaktadır. Humphreys, İpsilantis’in elindeki bu 300 Türk tutsağın erzak sıkıntısı nedeniyle açlıktan ölmek üzere olduklarına da kaydetmektedir. Humphreys son olarak, bütün bu yaşananların barbarlığı ve bireysel ahlaksızlığı en üst seviyeye taşıyan isyancı Rumların özgür olmayı hak etmediklerini gösterdiğini ve modern Yunanlıların şerefini lekelediklerini ifade etmektedir
Osmanlı tarihi uzmanı Romanyalı tarihçi Nicolae Jorga, Rumların Tripoliçe’yi 5 Ekim 1821’de ele geçirip yaptıkları katliamı ve paslı çivilere kadar yağmalamalarını aşağıdaki şu cümlelerle nakletmiştir: “Tamamen çileden çıkmış Rumlar, üç gün boyunca en vahşi Anadolulardan bile daha vahşi bir biçimde ortalığı kana ve ateşe buladılar. Kadınların ve çocukların hayatlarını bile sadece fidye alabilecekleri durumlarda esirgediler. Liderlerinden biri, Tripoliçe ve çevresinde öldürülenlerin sayısını 32 bin civarında tahmin ediyordu. Bu inanılmaz sayı, Türklerin Osmanlı İmparatorluğu’nun tamamında canını aldıkları Hristiyanların çok çok üstünde bir sayı idi. Sadece Manya Prensi (Beyi) tek başına ganimetteki payını 20 katır ve 2 deveye yükledi. Paslı çivilere kadar yağma ve talan edildi ve Tripoliçe’den sadece içinde dumanlar çıkan bir harabe kaldı”
“İki gün içinde on binlerce Türkün yaşadığı şehirde tek canlı kalmamıştı. Bunların çoğu kafası, kolları ve bacakları kesilerek öldürülmüşlerdi. Bu katliamdan sonra binlerce Rum, kendi ölçülerinde birer varlıklı kişi olarak soygundan elde ettikleri ganimetleri saklamak için köylerine dönmüşlerdi. Esirlerin değeri o kadar düşmüştü ki artık kimse onları elinde bulundurmak istemiyordu. Ölüleri kimse gömmediği için Tripoliçe şehrinde dayanılmaz pis bir koku her yanı sarmış, içme suları zehirlenmiş, kolera salgını baş göstermişti. Gerçekte herkesin bildiği, gördüğü ve inandığını bir Yunanlı kabul etmeyip, böyle bir şeyin hiçbir zaman olmadığını iddia edebilir. Ama hepsi, milli kahraman olarak tanıtılan eşkıya ve korsanların gerçekte, uyuz, pis, doymak bilmez hırsızlar olduklarını tecrübe ile bilirler. Lord Byron’un dediği gibi “Yunanlılar gerçeği kavrama yeteneğinden yoksundurlar. Her Yunanlı, Yunanlılar hakkında abartılmış düşüncelere sahiptir”. Benim gibi açık düşünen her gezgin, onlara hayranlık duymaktan kendini alamaz. Bu belki de duyarlılığın sonucudur. Onların yumuşak başlılıkları karşısında kendimi Yunanlılara karşı borçlu hissettim. 150 yıl önce atalarını birden canavarlaştıran nedeni düşündüm. Bunun genel açıklaması yüzyıllar boyu Türklerin baskısı altında yaşamanın onlarda Türklere karşı uyandırdığı nefret idi. Bundan dolayı öç almışlardı. 1821 ihtilali döneminde, Yunanistan’da yaşayan yabancıların sayısı, parmakla sayılacak kadar azdı. Bu yüzden Avrupa ülkeleri Yunanistan’da neler olup bittiğini bilmiyordu."
Clair, şehrin uzun bir kuşatmadan sonra 5 Ekim 1821’de isyancıların eline geçmesiyle yaşanan vahşet sahnelerini, aşağıdaki şu cümlelerle ifade etmiştir: “Rumlar 5 Ekimde şehre girdiler. Şehir iki gün boyunca çetelere teslim edildi. On binden fazla Türk idam edildi. Olanlara şahitlik eden Avrupalı subaylar dehşet sahnelerini anlatmışlardır. Şehirde esir alınanlar arasında paralarını sakladıkları düşünülenlere işkence yapılmıştı. Bunların kolları ve bacakları kesilmiş, ateş üzerinde yavaş yavaş işkenceye tabi tutulmuşlardır. Hamile Türk kadınlarının karınları yarılmış, başları koparılmış ve köpeklerin kafaları bacaklarının arasına sıkıştırılmıştı. Kolokontoris şehre girip müdahale edene kadar, Cuma’dan Pazar gününe kadar gökyüzünde çığlık ve kahkaha sesleri birbirine karışmıştı. Bir Rum, bizzat kendisinin 90 kişiyi öldürmesiyle övünmekteydi. Şehirdeki Yahudi cemaati de sistematik işkence görmüştü. Çoğu kadın ve çocuk yaklaşık 2000 esir çıplak bir şekilde kasabanın dışındaki bir vadiye götürülmüş ve orada öldürülmüştür. Etrafta oluşan kemik yığınları yıllar sonra bile görülecektir. Katliamdan haftalar geçmesine rağmen şehirdeki harabeler arasında çaresizce koşuşturan, açlıktan kırılmış Türk çocukları, coşkulu Rumlar tarafından kesiliyor veya vurulup öldürülüyordu. Cesetler, öldürüldükleri yerde bırakılmıştı. Çok geçmeden şehirde dayanılmaz bir ceset kokusu oluştu ve leş yiyici kuş sürüleri şehre doluştu. Vahşi köpekler yanan yıkıntılar arasında dolaşıyor, çürüyen insan cesetleriyle besleniyorlardı. Su kuyuları, içlerine atılan cesetler nedeniyle zehirlenmişti. Kısa süre sonra şehirde kolera baş göstermişti. Binlerce Rum buradaki yağmalama ile zenginleştiler. Bazıları yanlarına köle olarak aldıkları birkaç Türk kadını ile köylerine gidip emekli oldular. Tripoliçe’de kana bulanmış giysi yığınları, silah, mobilya ve değeri olan her şey satışa sunulmuştu. Şehirde köle olarak satılanların fiyatları o kadar düşmüştü ki en genç kadınlar dışında kalanların hepsi öldürülmüştü. Elde edilen gelirler isyancı önderler (kaptanlar) arasında paylaşıldı. Ancak ganimetten en büyük payı Kolokotronis aldı. Kolokotronis, kendisi için özenle ayırdığı ganimeti, Türk valinin konağındaki mücevher, para ve silahları 52 at ile taşıdı. Kolokotronis son derece zengin oldu ve parasını Yedi Adalar’daki bir bankaya gönderdi. Clair, Tripoliçe’deki vahşete şahit olan Avrupalı gönüllülerdi.
1821 Mora İsyanı, Mora’yı vatan edinip buraları mamur hale getiren Türkler için acılarla dolu, çok sancılı bir süreci başlatmıştır. Âsi Rumlar, isyanın en başında hedeflerinin Mora’da bir tek Türk kalmayana kadar savaşmak olduğunu bütün dünyaya ilan etmişlerdir. İsyan boyunca kalelerde kuşatma altında tutulan Türkler için dayanılmaz boyutlara ulaşan açlık ve sefalet, âdeta günlük yaşamın olağan bir parçası haline gelmiştir. Bu ağır şartlara daha fazla dayanamayıp teslim olanlardan pek çoğu ise acımasızca katledilmiştir. Katliamdan kurtulanlar ise yurtlarını terk etmek zorunda kalmıştır. Pek çok Mora Türkü adalara, Batı Anadolu sahillerine ve İstanbul’a göç etmiştir. Sultan II. Mahmud, büyük eziyetler çekmiş, mal ve mülklerini kaybetmiş bu muhacirlerin sorunlarıyla yakından ilgilenmiştir. Gerekli tedbirlerin alınması hususunda yerel idarecilere sık sık uyarılarda bulunmuş, emirnameler göndermiştir. Nitekim muhacirler, yeni topraklarında hukuk-ı müsaferet ve uhuvvet-i İslamiyet anlayışı çerçevesinde karşılanmışlardır. İzmir (Sığla) Sancağı’na gelen Mora muhacirlerinin nüfus kayıtlarına ulaşılabilmektedir.1831 nüfus defterinde nefs-i İzmir’de ve Çeşme, Seferihisar, Kuşadası, Söke kazalarında bulunan Mora muhacirlerine dair bilgiler yer almaktadır. Moralı (Moravî), Kızılhisarlı, Anabolulu, Navarinli, Eğribozlu, Benefşeli, Atinalı oldukları belirtilen muhacirlerin isimleri, fiziki özellikler yaşları ve meslekleri detaylı bir şekilde kaydedilmiştir. Muhacirlerin kiracı veya hane sahibi oldukları da belirtilmiştir. Bu çalışmada, tespit edilen iki nüfus defteri ışığında İzmir (Sığla) Sancağı dâhilinde bulunan Mora muhacirlerinin nüfus bilgilerine yer verilmiştir.
Mora’da yaşanan hadiselerde pek çok kayıp olmasına rağmen Osmanlı Devleti, kamuoyundan gelecek tepkileri önlemek ve imparatorluğun diğer bölgelerinde yaşayan Rumlara yönelik şiddet eylemlerine mâni olmak için ölen Müslümanların sayısını gizleme ihtiyacı hissetmiştir. Fakat Ahmet Lûtfî Efendi, bu durumun ileride devlete zarar vereceğini, Rumların haklı gibi görünebileceklerini ileri sürmüş, bunun yanlışlığına vurgu yapmıştır. Gerçeklerin tek taraflı değil her yönüyle ortaya konulmasının önemine değinmiştir. Yazar, her ne kadar devlet görmezden gelse de isyan boyunca Mora ikliminde âsi Rumların Müslümanları yok ettikleri, hamile kadınların karınlarındaki ceninlere kadar türlü eziyete uğrayıp ateşe atıldıkları, böyle nice kadın ve çocuğun yok edildiği, sağ kalanların ise vatanlarından sürülmeleriyle kısa bir süre içinde Mora bölgesindeki bütün Türklerin perişan oldukları gerçeğinin herkesçe bilindiğini aktarmıştır.