Zamanın adil olmadığını her koşuşturmacada bir kez daha deneyimliyorum. Aynı gün doğumunda,aynı şehirde bulunan iki kişiden biri boğazda kahvesini yudumlarken,diğerinin kahvaltısını bile yapmadan iş yerine giden servise yetişme çabasındaki adaletsizliği sorsan nasıl cevaplar acaba zaman. Ya da evladının yasını tutan bir anneyle,oğlunun sünnet düğününü veya kızının doğum gününü kutlayan insanın zamandan anladığı aynı şey olabilir mi? Zamandan yola çıkarak hayatın adaletsizliğini sorgulamanın felsefedeki tanımı nedir acaba? Adaleti sağlamanın insan oğlunun elinde olduğunu bildiğimiz hâlde en büyük adaletsizlikleri yapıp,sonra da başkalarının günahları hakkında konuşmanın insanlıkta yeri nedir acaba?
Hiç kendi bedeninizden uzaklaşmak istediniz mi? Her gece yatarken daha iyi,daha adil biri olacağım diye kendinize söz verip,ertesi sabaha iş arkadaşınızın dedikodusunu yaparak başladınız mı? Peki bunu yaparken gece verdiğiniz sözü hatırlayıp kendinizden utandınız mı??? Utanmıyoruz. Bırakın utanmayı adil olmaya,iyi olmaya niyetlenmiyoruz bile. Zamanın ve hayatın hoyrat ve asi tarafını örnek alıyoruz kendimize. Oysa.... Belki de bize ölümün adaleti,asaleti gereklidir. Belki bedenimizden uzaklaşıp,yaptıklarımızı ve yapmadıklarımızı izleyip kendimizden utanmamız gereklidir. Cehennem korkusu,cennet motivasyonu değil. Sadece insan olmanın gerekliliğini kavramak gereklidir. Belki biraz zoru tercih edip sana taş atana gül uzatmak gereklidir. Ölümün adaletini tatmadan,hayatı adil ve yaşanılabilir bir hâle getirmek gereklidir.