“Zürefanın düşkünü beyaz giyer kış günü” diye bir söz vardır. Olmayacak, yeri iyi ayarlanmamış hareketlerde bulunanlar için söyleniyor. Bu sözde geçen düşkünleşmiş, yoksulluğa düşmüş zarif kişi, kibarlar sınıfının bu üyesi acınacak durumdadır. Adamın hali vakti yerindeyken kışın giydiği bir koyu renk elbisesi, yazın giydiği bir beyaz elbisesi (yahut birçok elbiseleri) varmış anlaşılan.
Şimdi elinde bir bu beyaz elbisesi kalmış, mevsim kış da olsa mecburen onu giyiyor. Sözü başka türlü anlamak da mümkün; “düşkün” kelimesi yalnızca paraca yoksulluğu göstermeyebilir. Belki adamın düşkünlüğü zevk, anlayış yoksulu oluşundandır. O zaman diyeceğiz ki adam bol paralı olduğu için zürefa (zarifler) arasına katılmış ama kibarlar sınıfına olan mensubiyetini pek düşkünce yürütüyor, gösterişten yahut hamlıktan kış günü beyaz giyebiliyor. Ama sözün bu yorumu biraz zorlama. Yine de her iki yorum, bizi zenginlikle zarafetin bir arada bulunması sonucuna ulaştırıyor. Zenginler zarif, zarifler de zengin olursa sorun tümden çözülecek besbelli?
Medeniyetin bir toplumda inceliği, zarafeti geliştirdiğinde şüphe yok. Bu incelik hem maddi çevreyi yani yapılan, kullanılan eşyayı, hem tavır ve hareketleri hem de düşünüş tarzını içine alıyor. Medeni insanlar ince oluyorlar doğrusu! Bütün bu incelik içinde bir lüzumsuzluk da gizli. Sözgelimi oturdukları yerin rahat olduğu kadar, belki ondan daha çok güzel olmasına dikkat ediyorlar. Lüzumsuzluk rahatın keyfe, güzelin fanteziye dönüştüğü noktada ortaya çıkıyor. Üstelik neyin insan için yeterli rahatlıkta, neyin ne kadar güzel olduğunun tespiti ve kurallaştırılması mümkün değil. Medeni tavır ve hareketler gerçekten inceliklerle doludur. Medeni insanların yemek yiyişleri, oturup kalkışları, konuşma adabı belirli kurallara uygun olarak sürüp gider. Bütün bu dışa vurmuş kurumsal tavırların dayandığı bir düşünüş tarzı da var elbet. Medeni insanın ince düşündüğünü kolaylıkla ileri sürebiliriz. Çünkü onun düşüncesi de kurumsallaşmıştır. Onun zarif düşüncesi, kurallara uygunlukla zarafetini kazanıyor.
Medeniyetin getirdiği inceliğin ve zarafetin bir bedeli olması gerekir diye düşünebiliriz. Medeniyet inceliği veriyor insana, karşılığında içtenliğini alıyor. Medeni insanların hayatlarının her yönünde yapma kurallara boyun eğmeleri, onları kendilerinin olmayan bir yaşayış içine hapsediyor. Bundan şikayetleri yok onların elbette. Çünkü artık yaptıkları ile düşündükleri arasında bir zıtlık duymayacak kadar medeni haline gelmişlerdir.
Tarih boyunca medeni olmakla ince ve zarif olmak arasında belirgin bağlantılar olduğu görülmüştür. Nerede bir medeniyet varsa orada bir saray hayatı, gittikçe aşağı tabakalara inen bir saray adabı vardır. Esasen medeni tavırların geliştirilebilmesi için insanların boş zamanları olması gerekir. Boş zamanı olan, çok çalışmak zorunda olmayan, refah düzeyi aylaklığa elverişli birtakım insanlar olmalı ki medeniyet olgunlaşabilsin. İnsanların yalnız zarif şeylerden hoşlanabilmeleri değil, onları görebilmeleri için bile boş zamana ihtiyaçları vardır. Hele iş, ince nesneler üretmeye gelince büsbütün karışıyor mesele.
Önce bu ince nesneleri isteyen insanlar olması, sonra bu ince şeyleri ortaya çıkarabilecek eğitimi görmüş insanların olması ve nihayet bu ince işle uğraşan insanların olması gerek. Medeni toplumun serveti (medeniyet her kesime şamil ise) insanların gıda, giyecek ve barınak ihtiyaçlarını asgarinin üstünde bir seviyede tatmin etmesi zorunludur. Yani medeniyet ve refah, tıpkı incelik gibi hep yan yana gidiyor. Ama ince ve müreffeh olmak o medeni dediğimiz toplumun yalnızca bir kesiminin özellikleriyse varın siz geri kalanların halini düşünün.
“Geri kalanlar” medeni toplumun “zarif” kesimine bu zarafetlerini devam ettirmeleri için gerekli imkanları sağlamaya matuf bir hayat biçimine mahkum edilmişlerdir. Zarifleri zarif kılmak için her şeylerini feda ettikleri yetmezmiş gibi kendileri de zariflerin bir kopyası olmaya özenirler ve zarafet özentisi, zariflikten çok daha şedit bir beladır.